kapat
30.03.2002
 GÜNAYDIN
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 İSTANBUL
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPUS
 HYDEPARK
 İNANÇ
 ANKETLER
 SABAH
 FOTOMAÇ
 GÜNAYDIN
 ŞAMDAN
 CİNSELLİK
 EMİNE BEDER
 SABAH PAZAR
 KİTAP
 SİNEMA
 SANAT
 RENKLER
 GURME
 TARİH
 SUNNY
 HIGH-TECH
 YAT&TEKNE
 NET YORUM
 NET GÜNDEM
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 

Bu tuhaf aileyi tanıyın

Biri üvey kızkardeşine umutsuz bir aşk besleyen üç çocuk, aldatılmış bir anne ve çocuklarını ihmal etmiş bir baba... Film, eski aile melodramına değil, tersine özgün bir mizaha dayanıyor

Bir büyük aile öyküsü... Ünlü, zengin New York'lu bir avukat, eşi ve üç çocuğunun uzunca bir süreye yayılmış öyküleri. Ailenin durumu zamanla kötüye gider. Baba Royal Tenenbaum, yıllar boyu karısı Etheline'i sürekli aldatmış, çocuklarını ihmal etmiş ve babalık görevlerini yerine getirmemiştir. Biri evlat edinilmiş olan üç çocuk da, dahi düzeyinde yetenekli, ama birer sorun ve kompleks küpü olarak yetişmişlerdir.

BABANIN YALANI
Yıllar sonra, evinden ayrı yaşayan Royal, ailesini yeniden kurmak ve eve dönmek ister. Ölümcül hasta olduğu yalanıyla sempati toplamayı dener ve bir ölçüde de başarır. Zenci muhasebecisiyle evlenme hazırlıkları yapan Etheline, üvey kızkardeşine umutsuz bir aşk besleyen eski tenis şampiyonu Richie ve babaya özel bir nefret duyan, iki çocuğuyla dul kalmış Chas, bu yeni durumu kolay kabullenecek ve nefretlerini kolay aşacak gibi değillerdir.

Yukardaki özet sizi şaşırtmasın. "Tenenbaum ailesi", eski usul bir aile melodramı değil. Tam tersine. Temelde klasik, hatta biraz TV dizisi havasında bir hikâyeye yaslanmasına karşın, bu film son derece özgün ve farklı bir mizaha dayanıyor. İngilizvari, mesafeli, kendini hemen duyurmayan, ama sizi bir kez eline geçirdi mi sonuna dek eğlendiren farklı bir mizah bu. Yönetmeni Wes Anderson'un önceki filmi "Rushmore"da da işaretlerini verdiği... Ve film, fantastik ögeleri ayıklanmış bir "Adams Ailesi" gibi duruyor. Her iki filmde de anne rolünü Angelica Huston'un yüklenmiş olası, bu duyguya katkıda bulunmuyor değil!

Yavaş yavaş tırmanan ve finale doğru doruğa çıkan bu ince mizah, filmin baş kozu. Bir diğeri, kusursuz dönem canlandırması. Ve elbette oyuncular. Anderson, filmi için ideal bir kadro oluşturmuş. Gene Hackman'ın bu denli iyi bir oyuncu olduğunu unutmuştuk: Onca önemsiz, hatta kötü filmden sonra, haksız da sayılmayız! Gwyneth Paltrow, Angelica Huston, Bill Murray, hepsi bize oyunculuk deneyimlerinin yeni ve çarpıcı yüzlerini sunuyorlar. Senaryoya da katılan Owen Wilson, kardeşi Luke Wilson'la birlikte onlara ayak uydurmaktan geri kalmıyor. Ben Stiller ise biraz geri planda kalmış gibi.

"Tenenbaum Ailesi", mevsimin en hoş sürprizlerinden biri, taptaze gülmece duygusuyla insanı şaşırtan hoş bir yapım.

Bosna'dan bir trajedi daha
İki Boşnak'la iki Sırp'ın öyküsünü anlatan filmde savaşın trajikomik bir oyun olduğu vurgulanıyor. Zaten yönetmenin başarısı da çok iyi seçtiği hikayeyi, bir tür görkemli savaş metoforu haline getirmesinde. 2001 Cannes Şenliği'nde gösterilip en iyi senaryo ödülü aldıktan ve genel bir hayranlıkla karşılandıktan sonra dünyayı dolaşan, Altın Küre'de en iyi yabancı film seçilip Oscar'larda da aday olan bir Avrupa ortak-yapımı, sonunda Türkiye'de...

"Tarafsız Bölge", son derece ustaca oluşturulmuş senaryosu ve zekice öyküsüyle insanı nefes nefese perdeye bağlıyor. Bosna savaşında, Barış Gücü'nün devreye girdiği Haziran 1993'te, bir siperde karşılaşan iki Boşnak'la iki Sırp'ın öyküsü bu. Sırplardan biri, ölü sandığı Boşnak'ın altına bubi tuzaklı bir mayın yerleştiriyor: Ceset kaldırıldığında patlayacak ve ölüm saçacak olan bir özel mayın... Bunu yaptıktan birkaç dakika sonra da Bosna kurşunlarıyla ölüyor.

Ama altına mayın yerleştirilen Çera ölmemiştir, bir süre sonra kendine gelir. Arkadaşı Ciki ve yaralı Sırp askeri Nino, kayıp bir siperin içinde, ırksal nefretin ve dehşet duygusunun körüklediği, ölümle kurtuluş arasında kıl payı gelip giden ölümcül bir oyun oynamak zorunda kalırlar. Barış gücü yönetimi korkak ve çekingendir, hiçbir şeye müdahele etmek istemez. Her bir yanın kendine göre hesapları, çıkarları ve kaygıları vardır. Sansasyonel görüntü peşindeki dünya medyası da bu oyuna kendi mantığıyla katılır...

YAPAY SAVAŞ
Yazar-yönetmen Danis Tanovic'in temel başarısı, özel ve ayrıksı gibi duran bir hikâyeyi, çok iyi seçilmiş durum ve kişilerle traji-komik bir oyun, bir tür görkemli savaş metaforu haline getirmiş olmasında... Yüzyıllarca birlikte yaşamış ve sayısız ortak özellik edinmiş halkların, savaşın yapay ve canavarca düşmanlığı içinde nasıl temel insan özelliklerini yitirip farklılaştıkları çok iyi veriliyor. Bu küçük film, özellikle karakterlerini iyi tanıyıp onlara ilgi duymamızı sağlaması nedeniyle, çok daha üstün bir tekniğe dayalı, ama kişileriyle hiçbir anında özdeşleşemediğimiz "Kara Şahin Düştü" gibi filmleri aşıp yüreğimize dokunuyor.

Gerek yakın tarihin utanç verici bir savaş ve soykırım eylemini daha iyi kavramak, gerekse sinemanın savaşa yaklaşımında gerçekten özgün bir tavrı izlemek için görülmesi gereken bir film...

Arnold yine iz peşinde
11 Eylül'den sonra vizyona alınmayan film, sonunda karşımızda... Filmi görünce, hem bu kaygının nedenleri anlaşılıyor, hem de kararın anlamsızlığı ortaya çıkıyor. ABD'nin göbeğinde, Washington'da işlek bir cafe'de patlayan bomba, başka kişiler arasında yürekli itfaiyeci Gordon Brewer'in orada buluşacağı karısı ve küçük oğlunu da öldürmüştür. Olayın ardında Kolombiyalı gerillaların olduğu anlaşılır. Ne var ki ABD hükümeti işin peşini sürdürmek ve bu ülkedeki iç savaşa karışmak niyetinde değildir. Doğallıkla iş başa düşer ve Gordon bilmediği bir ülkede kıran kırana bir mücadeleye atılır.

Film, elbette ünlü saldırının hemen ertesinde Amerikan seyircisine sunulacak gibi gözükmüyor. Çünkü, kökeni ne olursa olsun, bir grup teröristin, hem de yönetimin merkezinde böyle işler yapabilmesi, giderek Dışişleri Bakanlığı gibi bir binanın altını dinamitle donatması hiç de güven verici değil!

Ama, rica ederim, bu tür abartılı aksiyonları öncelikle Hollywood bize yıllardır anlatıp durmuyor mu? İnanılmaz uluslararası komplolara dayalı tüm o Arnold S. veya Bruce Willis filmleri, tüm o "Zor Ölüm"ler, o "Kod Adı Kılıçbalığı"lar ve diğerleri, bizlere komplo, terör, suikast, toplu kıyım paranoyaları anlatmakta ve bu tür öyküleri çağdaş sinemanın kaçınılmaz masalları haline getirmekte hiç duraksadılar mı? Hollywood, 11 Eylül'ün hemen ertesinde ünlü yönetmen Robert Altman'ın dediği gibi, bu tür olaylara sanki yol göstermedi mi?

11 EYLÜL'ÜN FİLMİ
Ama Allah'tan Amerika'da itfaiyeci Gordon gibi kahramanlar var. Hollywood ve aksiyon filmleri varoldukça, onlar da var olacak. Ve emin olun ki aynı Hollywood, 11 Eylül'ün filmini yapmakta da gecikmeyecek.

Filme gelince... Yeterince gerilim ve eylem içeren, ustaca çekilmiş, tipik bir Arnold filmi. Beklendiği kadar milliyetçi, giderek ırkçı, sık sık inandırıcılığını yitiren, Arnold'un her koşulda başardığı, becerdiği ve hayatta kaldığı bir serüven. Yine de, itiraf edeyim, özlemişim keratayı!.. Kolombiya'da çekilmiş sahneleri turistik bir gezi niyetine izleyebilirsiniz. Özellikle İtalyan dilberi Francesca Neri hem fiziği, hem de hikâyenin içindeki sürpriz işleviyle görülmeye değer.

Hiçbir sinemasal önemi olmayan, ama en azından belli bir seyirci için vaadlerini tutan bir film.



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2002, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır