Küçük Melis'in hayata veda ettiğini duyar duymaz tedavi gördüğü Londra'ya uçtuk. İki yıl süren umudun bir anda tükenmesi elbette çok acı.
Melis iki yıl kaldığı Hemstead'ta kendini öyle sevdirmiş ki, şaşırmamak elde değildi. O "çok soğuk" diye bildiğimiz İngilizler nasıl "sıcak insanlar" olmuşlar inanılmaz. Neredeyse bütün mahalle ile dost olan Melis'in ölümü İngilizler'i de sarsmış. Eline bir çiçek alan yaşlısı genci pekçok komşu, gittiği okulun öğretmeni evi doldurdular.
Bu arada ister istemez başka konularda da sohbetler açıldı. Melis'in annesi beni "gazeteci, Türkiye'nin en büyük gazetesinde yazıyor" diye tanıtınca, ne kadar İngiliz varsa soru yağmuruna tuttu.
Tabii sordukları tek konu var: "PKK sorunu."
Ne ilginçtir, hemen hepsi, ki aralarında öğretmenler, doktorlar, uluslararası ticaret yapanlar da var, yani hepsi aklı başında ve etkin kişiler "Kürt bölgesini gördünüzü mü hiç?" diye sordular.
Şimdi nasıl anlatayım, Türkiye'de sorunlu bir bölge var ama, "Kürt bölgesi" diye özel bir bölge yok.
Tabii kendi medyalarında Türkiye aleyhtarı öyle bir bombardıman var ki, başka türlü düşünmeleri mümkün değil. Onlara "Kürt ve Türk halkı arasında hiç bir sorun olmadığını" anlattım. PKK'nın bir terör örgütü olduğunu söyleyerek "İstanbul'da 2.5 milyon Kürt kökenli insan yaşıyor. En ünlü ve etkin isimler arasında Kürt kökenliler var. Kürt kökenlilerin Başbakanlık, Meclis Başkanlığı bile yapıyorlar, Kürt kökenliler tüm Türkiye'de yaşıyorlar" dedim.
O zaman çok şaşırdılar. Çünkü zihinlerindeki Türkiye sanki eski Almanya gibi iki parçadan oluşuyor. Sanki bir tarafta Türkler, öte tarafta Kürtler var gibi.
İngilizler'e "Bakın bu olaylarda ne yazık ki 30 bin kişi öldü. Türkiye'nin her yerinden cenazeler kalktı. Bu cenazeler bazen Kürtler'in yoğunlukla oturduğu mahallelerden geçti. Ama hiç kimse dönüp de Kürt kökenli olarak bildiği insanlara saldırmadı. Çünkü herkes biliyor ki, Kürt kökenli olmak başka, teröre bulaşmak başka" diyerek sorunun hafızalarında daha gerçekçi biçimde kalmasına çalıştım.
Elbette "demokrasi, hukuk sistemi, insan hakları" konularında bazı eksiklikler olduğunu da söyledim. Ama Türkiye'de yaşayan ezici çoğunluğun tıpkı Batı'daki gibi çağdaş bir yaşama kavuşmak için çaba harcadığını, bu uğurda büyük mücadelelerin verildiğini belirterek "Ancak Türkiye'ye olumsuz bakmaya alışmış Batı'nın da tavrını değiştirmesi gerektiğini" anlattım.
Bunları konuştuğumuz İngilizler gerekten çok şaşırdılar. Çünkü duydukları ve TV ekranlarından gördükleri Türkiye'nin böyle olmadığını söylediler. Hepsini Türkiye'ye davet ettim, "gelin kendiniz görün" dedim.
Eski düşüncelerinin değiştiğini farkettim, ama bu yeter mi? Daha çok uzun yolumuz olduğu kesin.
Tam bir yıl sonra sanki "iyileşmiş" gibiydi. Türkiye'ye döndü. Arkadaşlarıyla koşup oynamaya, hayatın tadını çıkarmaya başlamıştı. Son kontrol için bir kez daha gitti Londra'ya.
Doktorlar "Hastalık geri geldi" dediler. Melis için yeni bir mücadele daha başlamıştı. Bir hafta önce bir "virüs" girdi Melis'in küçük bedenine. Ateşi yükseldi. Ateş bu hastalığın en büyük düşmanıymış. Melis son nefesini verinceye kadar "direnmiş" annesine "Merak etme, bunu da atlatacağım" demiş. Ama olmadı, Melis daha fazla direnemedi.
Melis'i dün İstanbul'da toprağa verdik. Melis'in 12 yıl gibi kısacık ömründe bizlere verdiği sevgiyi düşündüm tabutun arkasından bakarken. Kucağımda büyüyüp, giderek sığmaz hale geldiği günler geçti gözümün önümden.
Üç yıl içinde aynı yaşlarda çok sevdiğim iki pırıl pırıl çocuğumuzu kaybettik. Bizler onların acılarıyla belki biraz daha olgunlaşıyor, eğitiliyoruz. Onlarınsa "melekler katında" olduklarına inanıyorum.