Uzun zamandır kafamı meşgul ediyor beslenme konusu. Kızım ek gıdalara geçtiğinden bu yana "Aman şunu yesin çok besleyici, aman yemesin obeziteye davetiye çıkarıyor," diye epey bir titizleniyorum. Bir de özellikle inek sütü üzerine yorumlara takılıyor aklım. Kimi uzmanlar "Bebeklere bir yaşına kadar pastörize olmayan inek sütü içirilmemeli," diyor, kimileri tam tersini savunuyor. Hatta "Pastörize sütün faydası yok, bilakis zararı var. Çocuğunuza sadece güvenilir bir mandıradan aldığınız taze inek sütü içirmelisiniz," deniyor. Her ikisinin de kendine göre ikna edici sebepleri var. Bu yüzden benim gibi pek çok anne tereddüde kapılıyor. Bu konuda biraz araştırma yapınca karşınıza gerçekten ilginç kaynaklar çıkıyor. Bana en çarpıcı geleni Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Aydın'ın editörlüğündeki www.beslenmebulteni.com adlı sitedeki bilgiler. Burada sütle ilgili ezberlerimizi bozan son derece radikal bir dosya var. Tez şu: 1800'lerde Amerika'daki mandıra sahipleri daha fazla para kazanmak için ellerindeki toprakların bir kısmını çeşitli tahıllardan içki yapmak üzere kullanmaya başlamış. Sığırlarına da içki üretiminden artan, kimyasal maddeler içeren sulu tahıl artıkları yedirmişler. Bu da doğal bir besin olmadığından kimi sığırların hastalanıp aşırı zayıflamasına, kimilerinin de ölmesine neden olmuş. Kalitesi azalan sütle ne peynir, ne tereyağı, ne de yoğurt yapılabildiğinden sütler tüketiciye olduğu gibi satılmış. Bu, nüfusun gittikçe arttığı büyük şehirlerde düzgün beslenemeyen, fabrikalarda uzun saatler çalışmak durumunda olan ve bu nedenlerle bebeklerini emziremeyen annelerin kolayına gelmiş. Anneler daha iyi beslenip çocuklarına zaman ayırmak yerine, bu sütleri biberonlara koyup ayaküstü onları besleyip işlerine dönüyormuş. Avrupa'daki çocuk ölümleri sürekli düşüş gösterirken, Amerika'nın New York ve Boston gibi büyük şehirlerinde beş yaşın altındaki çocukların ölüm yüzdeleri 1814'te yüzde 25, 1840'lara gelindiğinde yüzde 50'nin üzerine çıkmış. Bu ölümlerin iki ana sebebi, ishal ve tüberkülozmuş! İşte bu noktada sütün içindeki mikropları öldürmek üzere icat edilen pastörizasyon denen icat çıkıyor tarih sahnesine. İyi hoş da bu işlem sütteki faydalı enzimleri de öldürüyor ve böylelikle sütteki vücut için gerekli besin öğelerinin sindirilmesi zorlaşıyor. İlginçtir 1900'lerin başında sadece damıtma mandıralarının ve sertifikasız çiğ sütlerin pastörizasyonu zorunluyken, 1950'de Amerika'da üretilen bütün sütlerin pastörize edilmesi zorunluluğu kabul ediliyor! Günümüze gelene kadar pastörize edilen sütlere sentetik vitamin türleri eklenmesi, böylece sütün tadının ve kokusunun (belki de bağımlılık yaratması için) değiştirilmeye çalışılması da cabası. Dosyada çiğ sütlerin hiçbir zaman tehlike taşımayacağı iddia edilmese de pastörizasyonu zorunlu kılarak bir bakıma çiftçiye ya da mandıracıya "Sütün kalitesinin pek bir önemi yok, mikroplar nasıl olsa pastörizasyonda temizleniyor, merak etme!" mesajının verildiği cümlesi de dikkat çekici. Bugüne bakarsak mesajın iyi değerlendirildiği kesin. Çünkü artık, doğal ortamından kopartılıp daracık hücrelerde genetiğiyle oynanmış mısır şuruplarıyla beslenen ineklerin sütüne mahkumuz. Pastörizasyon her şeyi öldürüyor ya, gerisinin hiçbir önemi kalmıyor. Hadi bakalım, gelin çıkın işin içinden!
Yayın tarihi: 7 Şubat 2009, Cumartesi Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/02/07/ct/haber,4851E4C4A270485E90C1F1423FA16737.html Tüm hakları saklıdır.