Müteveffa John F. Kennedy ABD Başkanı olarak göreve başlarken,
"Ülkenizin sizin için ne yapabileceğini değil, sizin ülkeniz için ne yapabileceğinizi sorgulayın" demişti.
Bir çeşit toplumsal özveri çağrısıydı bu.
Kennedy Amerikalılara vatanseverlik çağrısı yapıyor, ülkeleri için özverili olmalarını istiyordu.
Ama
"Ülke", "Memleket", "Vatan" kavramlarıyla ifade edilen olgunun
"Devlet" anlamına da geldiğini böyle duygu dolu anlarda pek kimse düşünmez.
Oyda
"Devlet" tüm bu kavramlardan daha karmaşık içeriklidir.
Örneğin devletin vatandaşlarını şiddete ve hukuksuzluğa karşı koruması öncelikli beklentidir ama devlet kendini korurken, şiddete de hukuksuzluğa da sık sık başvurur.
Örneğin ABD'nin çıkarları söz konusu olduğunda veya uluslararası hukuku yok sayan global teröre karşı mücadele verilirken Amerika'nın da uluslararası hukuku yok saydığını defalarca gördük.
Türkiye Cumhuriyeti devleti de
"Kendini koruma" gerekçesine dayanarak zaman zaman hukuk dışına çıkıyor. Bunu da herkes biliyor.
Batman'daki kayıp silahlar gündeme geldiği zaman dönemin Cumhurbaşkanı Demirel'in olayı
"Devletin rutin dışı işleri olur" yorumu ile karşıladığını hepimiz hatırlarız.
Karakolda mıyız? Şimdi de gündemde
"Ergenekon Davası" dolayısıyla, odakta Tuncay Güney adının bulunduğu ve devletin (veya MİT'in) kimleri kullanarak istihbarat topladığı tartışması var.
Bu şahsın bir dönem gazetecilik yapmış olması, olayı mesleğimiz açısından da ilgi çekici hale getiriyor.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde sol düşünceden olan aydınlar aralarına mutlaka sivil polislerin karıştırıldığına inanır ve herkes birbirinden şüphelenirdi.
Çetin Altan'ın o dönemlerde
"İddialar doğruysa hepimiz karakoldayız, iddialar doğru değilse yalancıların arasındayız" diyerek durumu alaya almasını unutmak mümkün değildir.
Aralarında MİT'in de bulunduğu devletteki istihbarat örgütlerinde kaç kişinin kadrolu, kaç kişinin sözleşmeli, kaç kişinin serbest ve kaç kişinin parça başı çalıştığını bilemiyoruz.
Ayrıca bu örgütlerin birbiri hakkında da istihbarat faaliyeti sürdürdüklerini ve bunların tümünün bu istihbaratı bağlı oldukları makama (veya Hükümete) zaman zaman aktarmadıklarını da biliyoruz.
Neticede bunca istihbarat örgütünün varlığına karşın, geçmiş hükümetler askeri darbelerin yapılacağını ancak darbe yapıldıktan sonra öğrenmişlerdir.
Gazetelerde de devlet istihbarat örgütleri adına çalışan elemanların bulunmaması imkansızdır.
Benim bir anım var mesela.
Acaba muhbir kimdi? 12 Eylül askeri rejimi döneminde başyazarı olduğum Milliyet'in yazarı rahmetli arkadaşım Örsan Öymen,
Almanya'dan geldiği gün havaalanında gözaltına alınmıştı.
Örsan'ın Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'nde tutulduğunu öğrenince, Trafik Şubesi Müdürü olduğu günden beri tanıdığım o dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'nın makamına gittim. Uzun görüşmelerden ve Sıkıyönetim Komutanı'nın da araya sokulması sonucunda Örsan Öymen'i tutulduğu Siyasi Şube'den aldım, evime getirdim. Ertesi gün için de bir uçakla
Almanya'ya geri dönmesini organize ettim.
Sabah
Almanya'ya dönmeden önce gazete binasına uğramak istedi.
Yazı işlerinde arkadaşlarla konuşurken, Şükrü Balcı hakkında hoş olmayan düşüncelerini seslendiriyordu.
Bu sırada bir arkadaş geldi,
"Mehmet Bey, Şükrü Balcı telefonda sizinle görüşmek istiyor" dedi.
Telefonu aldım. Şükrü Balcı
"Örsan Öymen yazı işlerinde benim hakkımda atıp tutuyormuş. İleri giderse onu tekrar gözaltına alırım, sonra kimse kurtaramaz" diye konuştu.
Bir anda acaba aramızdaki hangi meslektaş Emniyet'e konuşulanlar hakkında bilgi vermişti?
Aslında hepimiz
"MİT'e yakın", "Genelkurmay'a yakın", "Polis'e yakın" gazetecilerin olduğunu biliriz.
Bunlardan biri Tuncay Güney örneğindeki gibi açığa çıktığında, en büyük tepkiyi de diğer
"yakın" gazeteciler göstermez mi?
Yayın tarihi: 29 Kasım 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/11/29//haber,8E990C0D49C445F89DD9DA3BAD00A726.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.