"Berlin'de
güneşli bir sabah. Cornelius Kanalı'nın kıyısında durmuş, Rosa Luxemburg'u düşünüyorum. Dilimin ucunda Bertold Brecht'in dizeleri: "Burada yatıyor gömülü / Rosa Luxemburg / Polonyalı bir Yahudi / Öncü savaşçısı Alman işçisinin / Buyruğuyla Alman ezenlerin / Öldürüldü. Ezilenler / Gömün bölünmüşlüğünüzü." Cornelius Kanalı'nın kıyısında bir beyaz levha.
Çevresini otlar bürümüş. Kanala dalların yeşilinin ışıltısı vuruyor. Bir de tam arkamızdaki Reichstag'ın gölgesi.
Acı yeşil bir su... Rosa ile yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919'da bu yörede öldürülüp kanala atılmışlar.
Anıları için geçici bir anıt yapılmış tabelasında ise sade bir yazı yer alıyor: "Onlar barış, demokrasi ve sosyalizm için savaştılar." Suyun yüzünde belli belirsiz suretleri Rosa ile Karl'ın... Kulağımın dehlizinde Hitler'in boğucu sesi...
Reichstag'tan korkunç uğultular yükseliyor. Kanalın karşısı Doğu Berlin. Bütün haşmetiyle yakılmış yıkılmış Brandenburg kapısı görülüyor. Kanalı sağımıza alıp Reichstag'a doğru yürüyoruz Acem Özler ile..." Bu satırları, 750. kuruluşu nedeniyle 1987 yılının ağustos ayında Aziz Nesin ve Pınar Kür ile davetli olduğumuz Berlin'den yazmışım,
Cumhuriyet gazetesinde. Tam 21 yıl sonra yine Berlin'deyim, üstelik bu kez eskinin Doğu Berlin'inin Rosa Luxemburg meydanında. Bir gece önce Acem Özler ile Knaackstr'da Endlos adlı restoranda 20 yıl öncesinin hasretini konuştuk, Arjantin menşeli sığır pirzolası ve İspanyol şarabı eşliğinde. Geçen zaman içinde 'duvar' yıkılmış ve kapitalizmin bütün nimetleri Berlin'in doğusunu da istila etmişti. Ama bu 21 yılın sonrasında dahi Batı Berlin'in o muhteşem gece yaşamını görmek ne mümkün. Senefelder-platz ile Prenzlauer Allee arasında bir saate yakın dolaştıktan sonra ancak Endios'a sığınabildik, o da saat 24.00'de ermeden kepenklerini indirdi.
Batı'nın Savigny Platz'ında Bacardi ve Calvados içmek mümkün olmasa da Doğu'nun sessiz sakin Gagarin Kafe'sinde siyah birayla günün yorgunluğunu atmak bir başka keyifti. Bir de Mayakovski kahvede Haydar Ergülen ile iki lafı üst üste koyabilseydik. O yıllar Batı Berlin için bu su üstü kenti demiştim, Doğusu ise parklar, daha doğrusu 'yeşil alan'lar kenti...
Gökyüzüne gökdelenlerin gölgesi düşmüyor. Kaldığım Hotel Jurine'in tavana dayalı penceresinden her gece gökyüzünü seyrettim bu yüzden. Caddeler geniş ve neredeyse bomboş. Küreselleşme her marka arabasına burada da park yeri bulmuş ama bisikletler sayıca daha üstün durumda ve yeşil alanları esir alamamış süper marketler...
Eberswalder Str'dan Rosa Luxemburg-Platz'a yürüyorum. Zaman zaman yağmur çiseliyor.
Genç babalar, çocuklarını parka götürüyor.
"Rosa," diyorum, "Rosa," Berlin'in doğusu gençlik düşlerimizin en renkli olanıydı, dünyanın ve dünyamızın kurtuluşuna nirengi noktasıydı. Senin ışığının aydınlığıyla dün düşlerine renk veren kimileri, bugün ABD'nin batmaya yüz tutmuş finans kuruluşlarının gölgesinde kendi kurtuluşlarının reçetesini yazdılar ve hayatlarını kurtardılar alınterinden, emeğe saygıdan, insan onurundan... Durup düşünüyorum hayatımı ve dünyanın halini. Ve hiçbir şeye şaşmıyorum. Bir büyük kültür merkezi olan bir büyük bira fabrikasını görünce şaşmıyorum. Marketten iki şişe su alırken 'naylon poşet' için ayrıca verdiğim paraya şaşmıyorum. 'Dönerim' adıyla kebapçılık yapan Urfalı yurttaşıma şaşmıyorum. Yağmur altında dudak dudağa duran gençlere şaşmıyorum. İnternete inat mektup yazanlara, dağıtanlara, alıp okuyanlara şaşmıyorum. "Dün 100 mark ile geçiniyorduk, bugün 100 avro yetmiyor,'' diyenlere de şaşmıyorum.
Berlin, Avrupa'nın beyaz zambağı, dünyanın bembeyaz yasemeni çünkü...
Bugünkü Tüm Yazıları
Bir beyaz yasemen: Berlin...
Yayın tarihi: 4 Ekim 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/04/ct/durbas.html
Tüm hakları saklıdır.