kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 22 Haziran 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
Deniz Seki

Bu nasıl albüm tanıtımı?

MEHMET TEZ
Cuma günü Sezen Aksu'nun albüm tanıtım stratejisini yazmıştım: Magazin yazarını al. Sabahın köründe eve çağır. Eline çayı ver. Albümü aç dinlesin. Sonra da uyanıp, yanına teşrif edip ayol bu volümle dinlenir mi diye sitem et. Bu gazeteci Onur Baştürk. Ben görevini yapmış, onu suçlayamayız, davet almış gitmiş diye yazmıştım. Ama anlaşılan o ki bu hadise münferit bir hadise değil. Artık böyle bir tür var. Nereye çağrılsa koşa koşa gidip başlıyor övgüler düzmeye. Onur Baştürk bu sefer de Deniz Seki'nin evindeymiş, albümünü dinlemiş, anlatıyor. Deniz Seki herhalde 'Benim Sezen'den neyim eksik ben de çağırayım,' dedi. Sezen sabahın köründe çağırmış, Deniz gece 22.30'da gel demiş. Saat sabah beşte çağırsaymış daha enteresan olurmuş. Sırada kim var bilmiyorum ama bir düşünsün, enteresan olabilir. Ya da şöyle mi gelişiyor acaba olay: Onur tesadüfen kapının önünden geçerken Deniz görüp içeri çağırıyor. Onur çat kapı giriyor içeri, aa o da ne. Yeni albüm hazırlığı var. Bari dinleyelim deniyor. Deniz tabii içini döküyor bu arada. Tamamen doğal. Bir iki yere ince mesajlar falan... Karşılıklı dertleşiyorlar, Hüsnü'den bahsediyorlar... Şarkılar da bir güzel bir güzel sormayın. Bunu gibi bir şeye inanmamız bekleniyor. Vallahi benim bu işten midem bulandı. Kim akıl ediyorsa çok fena yapıyor. Bu sipariş ziyaretlerin ve yazıların umarım devamı gelmez. Her şeyden önce okura saygısızlık. Sanatçı tarafından da hiç hoş değil. O yazarın yazdığı yazıya, o yazının gerçekleri yansıttığına kim inanır ki? Bu mudur istediğiniz. Her şey harika, albüm mükemmel, sen kraliçesin, bi tanesin... Gerçekler bekleyebilir...

HER GAZETECİ BİLİR
Ron Howard'ın The Paper diye bir film vardı. Michael Keaton gazetenin yazı işleri müdürü, Robert Duvall patron ve Glen Close magazin şefi. Burada magazin şefinin patronla konuştuğu sahne efsanedir. Şef sürekli zam ister. Kazandığı para asla yetmemektedir. Çünkü beraber takıldığı starlar, aktörler ve sosyeteden insanlar gibi yaşamak istemekte, onlara özenmekte ve maaşlı bir gazeteci olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Ve elbette, olmadığı biri gibi davranmaya çalıştığı için hep ezik ve eğreti kalmakta, bu durumu daha fazla maaş alarak düzelteceğini düşünmektedir. Patron ona yıllar önce başından geçen bir hikayeyi anlatır. Cannes Film Festivali'ni izleyen bir grup gazeteci, starların uğrak yeri olan lüks bir restorana gider ve bir hayli dağıtırlar. Gecenin sonunda hesap geldiğinde kavga çıkar zira paralar çıkışmaz ve herkesin birbirinin yiyip içtiğini sorguladığı çirkin bir ortam oluşur. Az önce kadeh tokuşturan meslektaşlar şimdi "O şampanyayı söylemeyecektin, o viskiyi içmeyecektin," diye birbirlerine girmiştir. Köşedeki masada yalnız başına oturan yaşlı adam garsonu çağırır, kulağına bir şeyler söyler ve mesele hallolur. O adam Picasso'dur ve acıyıp hesabı ödemiştir. Sanatçılarla gazeteciler aynı ortamlarda takılsalar, iş gereği aynı yerlerde dönüp dolaşsalar bile ayrı dünyaların insanlarıdır. Birbirleriyle görüşür konuşurlar, sohbet ederler ama herkes bilir ki iki ayrı dünya vardır. Gazeteciler ve hakkında yazdıkları insanlar, yani yazı konuları arasında mesafe olmalıdır. Herkes bilir ki bu alemde kimse kimsenin kara kaşına kara gözüne vurgun değildir. Deniz Seki ya da Sezen Aksu ya da Ahmet ya da Mehmet sizi evine albümünü dinletmeye çağırıyorsa bunun anlamı şudur: "Beni fena halde yıka ve yağla. Seni bunun için çağırıyorum." Her gazeteci ve basın mensubu bunu bilir. Bunu bile bile gitmenin adını da siz koyun.