kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 23 Mart 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC

Yaşam orta yerinden kırılırsa...

MÜJGÂN HALİS
Süleyman Akbulut, Gazi Üniversitesi son sınıf öğrencisiyken bedeninin yarısı işlevini yitirdi. Altı yıl boyunca kendisini eve kapattıktan sonra, sistemle kavga etmeye karar verdi. Kavgasını ve hüznünü kitabına taşıdı, kitabına da hem esareti hem de özgürlüğü olan aletin adını verdi: Sandalye..
Gözlerini açtığında bulanıktı her şey. Tanımadığı, bilmediği bir yatakta uyuyordu. Üstünde tonlarca yük varmış gibi hissediyor, sırtındaki tarifsiz ağrı yüzünden bedeninin her yerinden sıra dışı mesajlar geliyordu. Ansızın bir panik dalgası yayıldı bedenine. Kalbi ağzından çıkacak gibiydi. İçinden, nedenini bilmediği bir yalvarma duygusu yükseldi. Karanlığın içinden dökülmeye başlayan karelerde hafızası uyanmaya başladı. En son hatırladığı şey, oturduğu sitenin içinden otomobiliyle küçük manevralarla çıktığı ve gaza sonuna kadar bastığıydı. Ankara'yı bırakıp İstanbul'a dönecek olmanın hüznü ve sevdiğini geride bırakacak olmanın sızısıyla basmıştı gaza. Kullandığı araba giderek hızlanıyordu. Kavşağı geçmeye 40-50 metre kala o siyah arabayı fark etti, sağından kontrolsüzce geçti. Kurtulduğunu sanırken karşı kaldırıma doğru hızla ilerlemeye devam etti, çarpmamak için sertçe sağa kırdı direksiyonu. Araba binicisini üzerinden atmak isteyen at gibi kontrolü eline almıştı. Kaldırım taşını sıyırarak aşan arabanın altından ürpertici bir metal çınlaması yükseldi. Birden beliren tümseğe olanca şiddetiyle çarptı. Yere saplanan bir bıçak gibi burnunun üstünde dimdik saplandı. Genç adam kollarını dümdüz tutarak sıkıca sarıldı direksiyona. Bu sırada arabanın yana doğru yığılmasının etkisiyle koltuğundan fırladı, boşlukta iki kat oldu ve sırtına korkunç bir ağrı saplandı, sonra her şey karardı. Gözünü açtığında tavandan gelen ışıktan yüzünü göremediği bir beyaz önlüklü ona şunları söylüyordu: "Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama belin kırılmış, felç olmuşsun." Bunlar tam 17 yıl önce yaşandı. Kazanın kahramanı Süleyman Akbulut, üniversite son sınıfta güzel bir geleceğin düşlerini kuran 22 yaşında bir gençti. Sonra bir trafik kazası ve bir anda her şey değişti. Gözlerini açtığında bir anaforun içinde buldu kendisini. Yanında, sağında solunda ölenler, korkuları, artık sanki ona ait olmayan bedeninin kaybettiği yarısına, ayaklarına her bakışında yaşadığı o üşüme duygusu. Sığınabileceği tek bir liman yoktu bu fırtınanın ortasında. Dipsiz, kıyısız, uçsuz, karanlık bir denizin orta yerinde yapayalnızdı. Yapabildiği tek şey, kendi içine saklanmaktı. Gözlerine bakanlar onu güçlü sansa da 22 yaşında bir insan ne kadar güçlü olabilirdi ki bir yerlere sığınmadan?

SEDYEDE DÖNDÜ
Yaz aylarını andıran bir sonbahar günü sırt çantasıyla ayrıldığı İstanbul'a sedye üzerinde döndü. Hasta yatağında kabuslar arasında anne-babasını değil, Herakleitos ve Platon'u sayıklayacak kadar felsefeye aşık bir gençti, bir de Hasan Hüseyin şiirlerine. Artık deli gibi koşamayacaktı, üniversiteden Kızılay'a dalgın dalgın yürüyemeyecekti, ayakları tatlı tatlı kaşınmayacaktı. Artık hep başkalarına bağımlı olacaktı, kafasında binbir soru vardı: Bir parmak nasıl oynatılırdı, nasıl ayağa kalkılırdı, yerdeki bir konserve kutusuna nasıl tekme atılırdı, yalvarırken dizlerin üzerine nasıl çökülürdü, delice nasıl koşulurdu, düşünce nasıl kalkılırdı yerden? Birkaç ay sonra Süleyman Akbulut için rehabilitasyon günleri başladı. Bacaklarının yerini bir sandalye alacaktı. Ayakları vücuduna yapıştırılmış birer ceset gibi, cansız ve isteksiz geri çektiği gövdesinin ardı sıra geliyordu. Ardından bacaklarına tutturulan cihazların yardımıyla barlara tutunarak gövdesinin üzerinde durmayı öğrenmesi gerekiyordu. Çaba harcıyordu harcamasına ama yaşam onun için giderek çekiciliğini yitiriyordu. Düşlerine ölüm dolanmıştı. Okuldan önce girdiği Hava Harp Okulu'nda uçak kullanmayı öğrenmişti ama artık bir daha uçak kullanıp maviliklerde kaybolamayacaktı. Oysa büyüyünce mavi olmaktı düşü. Yıllar sonra yazacağı Sandalye adlı kitabın alt başlığı olacaktı bu düş: "Ben büyüyünce mavi olacaktım." Karar verdi, kendisini öldürecekti. Sabahları bir bitki gibi uyanıp, köklerine su verilir gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını, nefes almak, yemek, içmek uyumaktan ibaret bir yaşam sürdürmeyi istemiyordu. İntihar senaryosunu hazırladı. Kendini unutacak kadar içecek, sonra birkaç tane uyku hapı alacak ve dalmadan önce jiletle ayaklarını keserek ölecekti. Ölürken ayaklarına mesaj verircesine "Sen benden gittin ben de senden akacak olanla gidiyorum," diyecekti. Çünkü bu ülkede özürlü olmanın ne demek olduğunu biliyordu. Özürlünün nasıl görmezden gelindiğini, nasıl yok sayıldığını, hayatın dışında kabul edildiğini ve hatta farkında bile olunmadığını. Bir olay olmuş ve sonuçta suyun öbür yanına geçmişti. Eve döndüğünde intihar fikrini iyiden iyiye geliştirdi. Bir binanın giriş katındaki bu evi ailesi onun sakatlanmasından sonra satın almıştı ve ev, onun tabutu olmuştu. Kendisini tam altı yıl boyunca eve hapsetti Akbulut. Gezmek için çıksa ulaşım araçları, okumak için çıksa okulu, çalışmak için çıksa işyerleri ona uygun değildi. Bir yıl boyunca onu arayıp sormayan okulu harcını ödemediği için tasdiknamesini gönderince, üstüne üstlük devlet de asker kaçağı olduğu için kapısına dayanınca umutları iyiden iyiye yok olmaya yüz tuttu. Ölüm fikri paçasına yapışmış bırakmıyordu. Evinin içinde bir dünya kurdu. Hobiler edinmeye, daha önce kullanmayı çok sevdiği uçakların maketlerini yapmaya, matematik dersi vermeye, tez daktilo etmeye başladı. Sakat olmak kötüydü, ama sakat bir erkek olmak daha kötüydü. Çünkü bu ülkede sevda yaşayan erkek olmak, kadınının üzerinde iktidar kuran, az buçuk karizması olan erkek demekti. Bu yıllar içinde hayatına giren bir kadın, toplumun onda yarattığı korku ile sadece hüzne neden oldu.

ÖFKESİ GÜCE DÖNÜŞTÜ
Ölmekten ne zaman vazgeçtiğini tarif edemese de, tıpkı çürük bir elma gibi alınıp çöpe atılmaması gerektiğini düşünmeye başladı. Biraz hüzünlü, biraz eksik de olsa yaşamın aslında güzel bir şey olduğunu fark etti. Bir bardak çayın lezzeti, deniz kenarında içe çekilen serin bir nefes için bile yüzyıllarca yaşayabilirdi. Bir de sakat yaşamın insana kattığı şeyler vardı. Algıları gelişiyor, yaşama karşı serin ve bilgece bir vakar kazanıyordu. Kaçıp ölümün karanlık dehlizlerinde huzura kavuşmanın yollarını aramak yerine, kalıp mücadele etme duygusu baskın geldi. Öfkesini dışındaki dünyayı değiştirecek bir güce dönüştürmeye karar verdi. Bu altı yıl ona gerçek suçlunun kendisi değil, dışındaki dünya olduğunu öğretmişti. O yıllar boyunca Araf'ta bir yerlerdeydi, sonra dünyaya inip devrimci oldu, kendi yaşamının devrimcisi. Hiç evlenemeyeceğini biliyordu ama karşısına aşk çıktığında ondan kaçmamaya, bir gün bitecek olsa bile sevilmenin keyfini yaşamaya da o günlerde karar verdi. Hayatını kolaylaştıracak basit çözümler de Süleyman Akbulut'un hayata tutunmasını sağlıyordu ve bunun için kendi işlerini kendisinin yapması gerektiğinin bilincine vardı. Önce kucaklarda, sonra emekleyerek ulaştığı klozete tekerlekli sandalyesinden kendi başına geçtiği gün özgürleştiği gündü. 20-25 basamaklı merdivenlerden sandalyesinden kaldırılmadan inebiliyordu. Uzanamadığı kitapları için tutamaklar yapmaya, yere düşürdüğü şeyler için maşalar üretmeye, sandalyesi için seyyar yemek masaları tasarlamaya, sandalyesinin bütün kapılardan geçmesi için zincir tertibatları oluşturmaya başladı. Evi de onun ihtiyaçlarına göre dizayn edilmişti ve artık evde neredeyse sadece perde takamıyordu. Hastaneden çıkarken doktorunun kendisine verdiği telefonu yıllar sonra, 1998'de aradı ve aynı yıl o telefonun ardındaki kişilerle birlikte Omurilik Felçlileri Derneği'ni kurdu. Dışarı çıkmak için aradığı sebebi bulmuştu. Şimdilerde ikinci başkanlığını yürüttüğü derneğin sosyal ve hukuksal sorumluluklarını üstlendi. Emekli olamayan, okula gidemeyen, tekerlekli sandalye alamayan, sağlık sorunlarını halledemeyen sakatlar için davalar açmaya, hatta hızını alamayıp mahkemeleri bile mahkemeye vermeye başladı.

SAKATLARIN DA HAKLARI VAR
Kazalardan sonra sakatlanmaya neden olan ilkyardım eğitimi eksikliğini gidermek için önce beş arkadaşıyla aylarca eğitim aldı, sonra 150 bin kişiye ilkyardım eğitimi verdi. Artık ulaşımda, sokakta, kapalı binalarda yaşadığı engeller de onu yıldıramıyordu. Kucaklarda taksilere taşınmak onu incitmiyordu. Yıllar sonra rüştünü ispat eden derneklerine asansörlü arabalar aldıklarında, sakatlar için tasarlanmış bir mekânda faaliyet yürüttüklerinde dönüp bu yaşadıklarına sadece gülümseyecekti. Yaklaşık 2 bin üyesi olan dernekte vicdanları rahatlatan çözümlere değil, rasyonel çözümlere ulaşmak, engelleri ortadan kaldırmaktı amaçları. Süleyman Akbulut da bir gün "Senin sakat çocuğunla uğraşamam," deyip okula kayıt yapmayan müdürlerle uğraşıyordu, bir başka gün yıllarca çalıştıktan sonra sakat kaldığı için kazanılmış hakları tırpanlayanlarla. Mutluluk onun için bir sakatın haklarını almasına yardım etmek, bir çocuğun okul sorunlarını çözmek, ihtiyacı olana ilaç bulmaktı. Sakatlara adadığı hayatında, kendisi için hayal ettiği bir şey vardı sadece Akbulut'un: Kitap yazmak. Sıra kendisine gelmişti, iki buçuk yıl önce kolları sıvadı. Sakat yaşamın komik yanlarını yazmayı amaçlıyordu ama yüreği onu hüznü yazmaya itiyordu. Yazmak, insanın kendisiyle yüzleşmesiydi bir bakıma. Büyümüştü, hem de ağır bedeller ödeyerek, hastalıklar, ağrılar ve sistemin dışında bırakılan bir birey olmanın yıktığı ruh sızılarıyla. İşte bu noktada yazmalı ve herkesle paylaşmalıydı yaşadıklarını. Yüzleşmesi zor oldu, yazarken de yıprandı ama ortaya güzel bir edebi eser çıktı: Sandalye.

KİTABI ÇOK SEVİLDİ
Hem esareti hem özgürlüğü olan bu alete kitabının adını verirken, bir yandan da onun düşmanı olmaktan çıkıp dostu haline dönüşmesinin öyküsünü kaleme aldı. Doğan Kitap'tan çıkan ve Selim İleri'nin isim babası olduğu kitabının insanlarda empati duygusunu yaratmasını diledi sadece. Facebook'ta fanlarını oluşturacak kadar sevilen kitabıyla yetinmeye hiç niyeti yok Süleyman Akbulut'un. Bundan sonra 'dehşet' kavramı üzerine çalışacak ve bunu güneydoğuda çarpışmış manik depresif bir subayın hayatının içinden yazacak. Süleyman Akbulut, ruhların felç olduğu bir ülkede bedeninin bir bölümünün felç olmasını artık çok da önemsemiyor. Onun insanlara verdiği mesaj aslında çok açık: İnsanlar bir gün engelli adayı olabileceği için değil, sakatların da haklarını kazanmaları gerektiğine inandığı için onlara destek olmalı.