Türkiye, ırkçı ve baskıcı bir iklime doğru sürükleniyor.
Bunu da içinde medyanın bir kesiminin de olduğu ırkçı ve etnik milliyetçi azınlıklar yapıyor.
Aslında yeni değil bu...
Çok önceden başladı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle had safhaya ulaştı.
Dört bir yandan ciddi bir kuşatma hareketi sürdürüldü.
Terör hız kazandı, sokaklar hareketlendi. O da kesmeyince devreye
"kurumlar" girdi.
Sonra ne oldu?
22 Temmuz seçimleri bütün hesapları yerle bir etti.
O kalabalıkları sokaklara dökenler, ülkenin şeriat tehlikesiyle yüz yüze olduğunu söyleyenler birden sustu.
Peki, şimdi ne yapıyorlar?
Şimdi ana gündem ve korku maddesi
"Terör ve Bölücülük" Silahı siyasi bir mücadele yöntemi olarak benimseyenler de bundan memnun.
Tıpkı bir önceki süreç gibi şimdi de tam bir kuşatma hareketi sürüyor.
Toplum korkularla sıkıştırılıyor.
Bir yanda savaş naraları atılıyor, öte yanda
"İmralı konsepti" yle siyaset yapılıyor.
Bir an düşünün, dünün
"şeriat tehlikesi" nereye gitti?
Dün Urfa'daki türbanlı küçük kızların görüntüleri manşetleri süslerken bugün onun yerini LC Waikiki firmasının Kürt ortağı olduğu yalanı aldı.
Dün AK Partili Belediye başkanının Atatürk karşıtı konuşmaları manşetlere çıkarken, bugün DTP'li milletvekilinin yalanlanan eli silahlı fotoğrafları yayınlanıyor.
Bu işte bir gariplik yok mu?
Türkiye döne döne neden aynı şeyleri, aynı biçimde yaşamaya mahkum ediliyor?
Sorunlarıyla yüzleşmenin, çözüm üretmenin başka yolları yok mu?
Terörün tek panzehiri demokrasiye sarılmak yerine nedense tam tersi terörün varlığını sürdürmesi için her şey yapılıyor.
On yıl önce de benzer şeyler yaşamıştık. 90'lı yılların ortalarında Türkiye'nin önde gelen işadamları arasında yer alan 50'yi aşkın Kürt kökenli işadamının listeleri hazırlanmış tehditler savrulmuştu.
Ne oldu?
Hiçbir şey... Olan Türkiye'ye oldu. Türkiye kan kaybetti.
22 Temmuz seçimleri çok açık biçimde bir şeyi ortaya koydu:
Türkiye'yi geren, kamplara ayıran, kışkırtan iki tarafın şahinleri de azınlıkta . Ama buna rağmen bu ülkenin insanlarını karşı karşıya getirmekten çekinmiyorlar.
"Bu bir linç kampanyası" Bunun son örneği İstanbul'da yaşanıyor.
Birkaç gündür Revan restoranlar zinciri hakkında dehşet verici haberler çıkıyor. Talabani'nin oğluyla ortaklığından, örgüte trilyonlar aktarmasına kadar akıl almaz bir sürü bilgi ortalığı kasıp kavuruyor.
Revan'ın sahibi
Maaruf Ataoğlu'nu ilk restoranı açtığı 1998'den bu yana tanıyorum. Ve ilk defa onu bu ülkenin geleceği konusunda kaygılı görüyorum. Yaşadıklarını bana şöyle anlattı:
"Haberlerden sonra hem Beylikdüzü'nde hem de Beyoğlu'ndaki Revan'a tek bir müşteri bile gelmedi.
Bu bir linç kampanyası. Kürt kökenli bir işadamıyım. 33 yıldır İstanbul'dayım. Bu yapılanları anlamakta zorlanıyorum. Sürekli tehdit telefonları alıyorum. Amaç bir arada yaşamamızı dinamitlemek .
" Kuzey Irak'ın Süleymaniye şehrinde Revan'ın bir şubesini açan
Ataoğlu, Talabani'nin oğluyla başka bir işte küçük ortak olduklarını, restoran işiyle ilgisi olmadığını belirtiyor ve şöyle diyor:
"Talabani'nin kebap ve lahmacundan trilyonları götürdüğü söyleniyor. Bunlar deli saçması.
Asıl dertleri, benim Kürt kökenli bir vatandaş olmamdır . Baksanıza 29 Ekim'de restoranımıza bayrak asınca,
'Sanki çok Türklermiş gibi Türk bayrağı asıyorlar' şeklinde yorumlar yapıldı. Bunlar bizi derinden yaraladı. Benim eşim Türk. Bu durum onu daha çok etkiliyor."
Bu yaklaşımların, Türkiye'ye bir yararı olmadığını, bunu yapanlara anlatmanın bir yolunu bulmalıyız.
Başka şansımız yok.
Yayın tarihi: 17 Kasım 2007, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/11/17//haber,88346BC569904172BCC32C7A2A2E5272.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.