Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına bir adım kala çok özel bir noktaya değinelim.
Ordular, kuruculuk, koruyuculuk Bir noktayı hiç tozları halının altına süpürmeden saptayalım:
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına giden süreç orduyla sivil yönetim arasında yaşanan çok açık ve ayrıntıları henüz tam olarak bilinmeyen bir krizin sonunda ortaya çıkmıştır. Kriz bundan sonrasını nasıl etkileyecek diye bir soru herkesin aklındadır.
Diğer koşullar bir yana,
darbe yapmak, yönetime el koymak sadece Türk ordusunun bir geleneği değildir . Siyasetin toplumsal bir sonuç olarak ortaya çıktığı Batı Avrupa'da da orduların özel bir konumu vardır.
Brian Downing gibi yazarların büyük yapıtlarıyla ortaya koyduğu üzere hemen tüm Batıda modernleşme orduların
kuruculuğuyla başlamış, ardından, ordu modernleşmenin
koruyucusu olarak ortaya çıkmıştır.
Batının yakın demokrasi tarihi bu koruyuculuk işlevini geriye itmenin tarihidir ve bu, siyaset biliminde
koruyuculukvesayet denilen başlı başına bir tavrın da adıdır. Hele bu koruyuculuk ilişkisinin daha 1950'ler sonunda Cezayir Savaşı sırasında
General Challe'in darbe girişimlerine kadar uzadığı hatırlanırsa durumun niteliği daha iyi anlaşılabilir.
'
Kısa Türkiye Tarihi' Türkiye'de de bu süreç böyle işlemiştir. Osmanlı'nın son döneminde başlayan modernleşme
II. Mahmud'dan bu yana sürekli olarak ordu ekseninde gelişmiştir. Bu aslında bir
teknoloji transferiydi. O teknolojiye bağlı zihniyetin de transferi oldu. Aydınların
'ordusuz siyaset olmaz' demesinden başlayarak (
1907 ) orduaydın beraberliği evvela bir
kurucu-kurtarıcı öncülüğe, ardından da çeşitli merhaleler içinde
koruyucu öncülüğe dönüştü. Bizde yapılan darbelerin hemen hepsi bu anlayışın bir sonucudur.
Kritik olan nokta, ordunun kurucu hamlesiyle koruyucu modelleri arasındaki farktır. Kuruculuğa ordunun bütün kademeleri katılır ve tarihseldir. Korumacılık ise kısmi katılımlarla başarılan darbelerdir. İlginçtir, nasıl bizde (çok farklı şekillerde açıklanabilirse de) ilkin Atatürk, ardından da İsmet Paşa ordudan gelen bu tür yaklaşımlara karşı koymuşsa aynı şekilde eski bir general olan de Gaulle zamanı geldiğinde aynı tepkiyi göstermiş, orduyla arasına mesafe koymuştur. Yukarıda değindiğim Cezayir darbeleri 'koruyucu girişimler' diye tanımlanabilir ve kısmidir. Bizdeki
Talat Aydemir darbe girişimlerinden farkı yoktur. O zaman şunu söylemek mümkün...
Hiyerarşi dışı arayışlar Türkiye'de de, başka bir yerde de ordunun siyasete karışmak istemesi daha çok alt rütbelerin bir talebidir.
Ordu üst komutası, belki daha çok yönetime yakın olduğu için, en fazlasından korumacı bir tavır takınırken alt rütbe grupları daima kuruculuk anlayışı içinde hareket eder ve darbe girişimlerinde bulunur. Buna
hiyerarşi dışı darbeler demek gerekir.
Türkiye bu gerçekle önce 27 Mayıs'ta karşılaştı. Daha sonra 1971'e kadar bu arayışlar ve girişimler devam etti. 12 Mart muhtırası hiyerarşi dışı darbelerin ilk kez hiyerarşi içine alınmasını öngören ordu içi bir hamledir. 12 Eylül bu gelişmenin son halkasıdır ve ordu bütünüyle kurucu kimliğe dönmüştür.
Bana kalırsa
27 Nisan muhtırasıyla Genelkurmay Başkanı'nın
'dükkan kapalı' demesi arasında çok önemli bir ilişki var.
Büyükanıt, o son açıklamasıyla, ordunun yeni bir hatta çekildiğini ilan etmiştir. Şimdi dikkat çekici ve önemli olanı ordu alt kademelerinin ne türden bir tepki vereceğidir. Gene bana kalırsa 27 Nisan bildirgesi alt kademelerin tepkisini önlemek içindi. Büyükanıt son açıklamasıyla onun sağlandığını ve o tepkinin kontrol altına alındığını ilan etti. Bundan sonra belli bir dönem suların daha sakin olacağı anlaşılıyor.
Belki bir dönem; ama hiç değilse öyle!
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2007, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/08/23//haber,D5F3F892CC1443EEBBC6CF4072437F88.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.