Bodrum yolundayım! Bir köy çeşmesinde mola verdim. Öküzlerini yolun karşısına geçirecek olan köylü, şapkasını şöyle bir arkaya doğru itti, kafasını kaşıdı ve sonra da kestirmeden söylendi: "Seni tanıdım!" O harika ve içten gülümseme karşısında etkilendim biraz da sevecen cevap verdim: "Ben nereden tanıdığın ağam?" Kafasındaki şapkayı eline aldı, dizlerine vurdu. Sonra da elindeki sopaya yaslanarak konuştu: "Efendi! Sen benim için nasıl birisin biliyor musun?" Kafamı salladım sonra da şöyle bir "Çııık..." çektim. Köylü elindeki uzun sopayı gözümün içine sokar gibi uzattı. "Bak efendi," dedi, "Bunun adı üvendire. Ucunda bir çivi var görüyon mu?" "Gördüm," dedim! Elindeki sopayı öküzlerine doğru uzattı ve gözümün içine bakarak, "Sen nesin biliyor musun? Sen... İşte bu üvendirenin ucundaki çivisin! Efendi! Ben öküzlerimin nereye gitmesini istersem, üvendirenin ucundaki çiviyle gaktırıveririm. Ben gaktırırsam, öküzler gider. Gaktırmazsam, öküzlerim olduğu yerde durur." Bende bir gülme ki!... Köylü biraz da kızar gibi konuştu: "Efendi," dedi, "Sen TV'lerde o sivri dilinle insanları gaktırıyorsun. Sen gaktırıyorsun, o insanlar o zaman doğru yola gidiyor." Sonrasında... Yıllar sonra birbirlerine kavuşan çok eski iki dost gibi, çeşme başında sohbet ettik. Aslında o anlattı, ben dinledim. O an anladım ki biz medya mensupları, köylünün gözünde üvendirenin ucundaki birer çivi gibiyiz. Görevimiz insanları gaktırmak! Birkaç yıl önce yaşadığım bu olayın bir kelimesini unutmadım. Ne zaman memleketimden insan manzaralarıyla karşılaşsam, bu köylünün bana söylediklerini hatırlar, gülümserim. Ama şimdi gülümsemiyorum!
KENDİ VATANINDA KİRACI Tatil yolunda geziyorum, görüyorum, dinliyorum. Sonra da kendimi kendi vatanımda bir kiracı, bir yabancı gibi görmenin üzüntüsü içinde bunalıma giriyorum. Son sözümü ilk söyleyeyim... Vatandaşlık ölçüsü, cebinizdeki parayla orantılı olmuş. Paranız varsa bu vatan sizin! Paranız yoksa, bu vatanın vatandaşı bile değilsiniz! Ülkemin o güzelim sahilleri, beni vizeyle sayılı günlerle ülkesine misafir edenlerle dolu. Onlar evler, çiftlikler, hatta koy bile almışlar. Kendi vatanlarından daha özgür yaşıyorlar. Beni kendi ülkelerine alırken, geçmişimi soran, banka hesap numaramı bile isteyenler, burada kendi kurallarını bile koymuşlar. Gülmeyin sakın... Evlerine gelen elektrik ve su faturasının dökümünü bile kendi dillerinde istiyorlar. Türkiye'deler, Türkçe'yi kabul etmiyorlar! Bize ilkokulda öğrettiler: "Çanakkale'de Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal işgal kuvvetlerini dize getirdi." Orta mektep ve lisede şunu öğrendik: "Maraş Fransızlara... Antalya İtalyanlara... İzmir Yunanlılara... İstanbul İngilizlere..." Yani vatanım, yabancı işgalciler arasında pay edilmişti. Peki, değişen nedir? O zaman top tüfekle gelenler, bugün holdinglerin gücü ile ülkemizi işgal etmişler: Alanya Almanlara... Didim İngilizlere... Kuşadası Fransızlara... Antalya Ruslara... Yani vatanım yabancılara pay edilmiş. Beni kalpten yaralayan şu oldu. Köylüye soruyorum: "Emekli olmak üzereyim. Deniz kenarında, bir karış toprak alıp, ev yapmak istiyorum. Ne yapmalıyım?" Köylü vatandaşımın cevabı gerçeğin ta kendisi: "Sen emekli maaşınla çöp bile alamazsın. Buralar sana göre değil. Elin emeklisi geliyor, bastırıyor parayı alıyor istediği yeri..." Benim itirazım, "Sen de git, o ülkelerden istediğin yere yerleş, istediğin evi al..." diyenlere... Yahu... Gitmek istesem, benden önce vize istiyorlar. Sonra da bin tane ahret sorusu! Üstelik ben soğuk sevmem. Hep üşürüm! Bir de... Yabancılar, ev alıp etrafını tel örgüyle çeviriyorlar. Görünür yere de levha koyuyorlar: "Burası yabancının özel mülküdür. Üstelik bahçede köpek vardır ve bağlı değildir!" Yetkililerden ricam şudur: Bu levhalara izin verilmesin. Çünkü ben de bağlı değilim!
Yayın tarihi: 27 Mayıs 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/05/27/pz/kanat.html
Tüm hakları saklıdır.