|
|
Soykırımı gözlerimle gördüm (!)
Evet, soykırım yapıyorduk. Ben şahidim. Ama Fransızlar ve onun yardakçılarının iddia ettiği gibi Ermeniler'i, değil, bizzat kendi soyumuzu kırıyorduk... Deşifre'de izledim. Yüreğim kıyım kıyım kıyılarak... İstanbul'un göbeğinde bir aile sokakta yaşıyordu. Çoluk, çocuk... Üzerlerinde sadece bir branda vardı. Soğuktu ve yağmur yağıyordu. Baba işsizdi. "Lağım bile temizledim ama şimdi iş vermiyorlar. Utanıyorum. 10 yaşındaki çocuğumdan utanıyorum. Çünkü iki aydır bana o bakıyor. Şu arsada sarhoşların bıraktığı şişeleri toplayıp, bakkala satıyor. Onun getirdiği ekmeği yiyorum..." Gözü yaşlı anne ise hastaydı... Ama o, hepsinden daha metanetliydi. "Allahım'a bin şükürler olsun" diyordu. "Şu kafamızın üzerindeki branda için şükrediyorum. Onu bulamayanları da gördüm. Allahıma şükürler olsun. Allah olmayanlara da versin..." Önlerinde bir tas... Domates çorbası ile domates püresi arası bir bulamaç. Yandaki şantiyenin işçileri getirmiş. Baba yutkunarak tabağa bakıyor ama yemiyor. Çocuklar ellerindeki ekmekleri rahatça içine bansınlar diye... Ailenin iki küçük çocuğu var. Biri 8 yaşındaki dünya güzeli Gamze, diğeri hayatın tedrisatından geçmiş, hatta iftiharla mezun olmuş 10 yaşındaki Özcan. Çocuklar sanki büyükmüşler de feleğin o dar çemberinden geçmek için sonradan küçülmüşler... "Bir tas sıcak çorba istiyorum sadece" diyordu Özcan. "Bir de sıcak banyo yaptıktan sonra televizyon seyretmek. Hepsi o kadar." Sonradan öğreniyoruz ki baba, çocuklarını haftada bir yandaki inşaatta, soğuk suda yıkıyormuş... Minik Gamze'nin iki gözü iki çeşme... "Ben çadırda değil, evde yaşamak istiyorum" diyor... Geceleri çok üşüyormuş. Bir de korkuyormuş. Gece çok karanlık oluyormuş çünkü. Etraflarında duvar olsa korkmazmış. Ama bez onları koruyamazmış ki... Haberin final sahnesinde iki kardeş uydurma bir boyacı sandığının birer yanından tutup, "işe" koyulurken, güle oynaya okula giden yaşıtlarının arkasından hüzünle bakıyorlardı. O dakikadan sonra benim gündemimdeki "gerçek soykırım" bu oldu...
|