Tercih zamanı
Dışişleri Bakanı Gül bugün üçüncü kez İsrail'i ziyaret ediyor. İlk gezisini 2005 başında yapmıştı. Bölgede iyimserliğin ağır bastığı, barış umutlarının filizlendiği dönemdi: Suriye, İsrail'le masaya oturmak istediği mesajları veriyordu, Filistin'in yeni lideri Abbas 50 yıllık kan davasını bitirme zamanı geldiğini söylüyordu, İsrail Başbakanı Şaron ise Gazze Şeridi'nden çekilmeye hazırlanıyordu. Gül bölgeye ikinci seferini bu yıl başında yaptı. Gazze'deki Erez sanayi bölgesini canlandırmak için. Her ne kadar bir yıl önceki iyimserlik rüzgarları kesilmiş olsa da hava yine de fena sayılmazdı. İki gezide de hem "denge"yi gözetmek, hem de Türkiye'nin barış için "arabuluculuk" misyonunu vurgulamak için İsrail'in yanı sıra Filistin de ziyaret edildi. Bugünkü gezi ise Ortadoğu'nun ürkütücü bir belirsizliğe sürüklendiği sırada yapılıyor. Öncelikli amacı da Filistin-İsrail sorunu değil, tüm bölgeye yayılma tehlikesi yaratan Lübnan'daki yangın. İsrail görevlendirilecek BM Gücü'nde Türk askerlerinin de yer almasını desteklediğini, hatta arzu ettiğini daha ilk günden açıkladı. Başbakan Erdoğan'ı arayan tüm dünya liderleri de aynı arzu ve beklentiyi dile getiriyorlar. Ancak bu isteklere "peki" demek o kadar kolay değil. Zaten Erdoğan'a telefon yağdıranlar da "varız" diyemiyorlar. Zira ortada herkesin gözünü korkutan "Hizbullah faktörü" var. Ve Güvenlik Konseyi'nin 1701 sayılı kararı bu faktörün barındırdığı olası tehdide karşı çözüm öngörmüyor. Dahası her türlü yoruma kapı açıyor. Örneğin BM'nin Ankara'ya gönderdiği belgeleri inceleyen Dışişleri ve Genelkurmay yetkilileri, "Zorunlu kalınırsa Hizbullah'a karşı silah kullanılması" ifadesini kaygı verici buluyor. Fransa ise tersine "Kuvvet kullanma imkanı verilmemesi" nden kaygılanıyor. BM ise bu gücü, " Adaleli ve iyi donanımlı olacak ama muharip olmayacak" diye tanımlıyor.
Uçurumun kıyısında Kabul, bu tereddütler BM'nin ve destek sözü verdikten sonra geri adım atan ülkelerin saygınlığını zedeliyor; ama görev tanımı, yetkileri ve süresi belirlenmeden gönderilecek Barış Gücü başarısız olursa BM ve katılımcı ülkeler sadece saygınlıklarını ve güvenilirliklerini değil, caydırıcılıklarını da yitirecekler. İşte asıl o zaman Hizbullah zafer çığlıkları atacak. Onunla birlikte İran da. Ve de Lübnan'ın Hizbullah aracılığıyla -nükleer güce kavuşmuş-İran'ın tam denetimine geçmesini hiçbir güç önleyemeyecek. Böyle bir gelişmenin sadece Ortadoğu'da değil, İslam dünyasında tetikleyeceği depremi varın düşünün. Zaten bu "Kıyamet"in öncü sarsıntıları başladı bile: Mısır'dan Suudi Arabistan'a kadar tüm ülkelerde, kitlelerde "Şii sempatisi" dalga dalga genişliyor. Ortadoğu'nun "düşmemesi" için İsrail'in artık Arap rejimlerinin elini güçlendirecek adımlar atması şart. Hem de büyük, tüm savaşların anası olan Filistin sorununu çözecek tarihi adımlar. Örneğin Suudi Arap Birliği'nin 28 Mart 2002'deki Beyrut zirvesinde oybirliğiyle onaylanan Suudi barış planını kabul etmek gibi. O plan 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi, başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmesi karşılığı İsrail'e ebedi barış vaat ediyor: Tüm Arap ülkeleri 50 yıllık savaşın bittiğini ilan edip İsrail'i resmen tanıyacaklar. Burnunun dibine kadar gelmiş Ahmedinecad'ın haritadan silme tehditleri altında mı yaşamak, yoksa barış içindeki Ortadoğu'da mı? Gül bugün İsrail yetkililerine "Tercihiniz hangisi" diye sormalı...
|