Pazartesi
Pazarları yazmayınca böyle oluyor. Söylemek istediğiniz birçok şeyi söyleyememiş oluyorsunuz. Eskiden beş gün dokunurdu bilgisayarın tuşlarına bu satırların yazarı. Pazar da dahil. Eskiden beş gün dokunurdu ya da teğet geçerdi kelimelerimiz, hepimizin ortak hissiyatına. Pazarları yazmayınca böyle oluyor. Ne içinden "kurumuş nehirler" geçen bir "Babalar Günü yazısı", ne de beklenmedik haziran yağmurlarıyla "ıslanmış şehirler" içinde hatırlanmış bir "Anneler Günü acısı" ... Pazarları yazmayınca böyle oluyor. Duygular erteleniyor, pazarlar erteleniyor, gün pazartesiye dönüyor. Pazarın ertesine yani... Ne yazacaksınız ki! Başlayan haftanın telaşlarında, "iç ses" lere yer yoktur gayrı. Hayat çok hızla akmaktadır, kendi vahşi trafiğinin gürültüsünde öğüterek sizi. Şimdi piyasalar zamanıdır. Kim duyacak iç sesinizi? Şimdi endekse bakmaktan vakit kalmaz hiçbir şeye. Şimdi işgüç zamanıdır. "Güç zamanlar" dır haliyle... Herkes, hayatın okkalı terazisinde kendi gücünü sınayacaktır. Pazarı atladıysanız yapılacak bir şey yok. Siz de güçler terazisinden bakacaksınız başkalarının ve kendinizin hayatına artık. Kendinizin? Kendinizin de, evet! Çünkü... Başkalarının hayatlarının, başkalarının seçimlerinin, başkalarının kavgalarının, başkalarının aymazlıklarının, yani başkalarının "gaflet ve dalalet" inin dipsiz kuyularına itilmektesinizdir siz de... Çare yok, kurtuluş yok. Siz de kendi dipsiz kuyunuzu kazacaksınız. Pazarı atladıysanız yapılacak bir şey yok! Siz de "şunlar" ı yazacaksınız, herkes gibi:
AB ile limanlar pazarlığı önemli midir? Önemlidir. Yazalım öyleyse... Lakin, daha önce de yazmamış mıydık bunları? Daha önce de aşmamış mıydık benzeri "bunalım" ları? Hatta ufak çapta "Avrupa" kutlamaları dahi yapmamış mıydık, muhtelif başbakanlar döneminde... Her şey bitmemiş miydi yani? Hani denmişti ya; bundan gerisi, öyle ya da bitecek bir müzakere süreci! Bitmemiş demek ki! Daha çekilecek çilemiz varmış yani! Yazdık işte. Bu fasıl bitti.
Bir de cumhurbaşkanlığı meselesi var. Yarım asrı aşan ömründe, şu garip ademoğlunun hatırladığı bir nebze krizsiz bir cumhurbaşkanlığı seçimi var mıdır ki? Bu da geçer elbette. Bunu da yazdık işte.
Piyasalara gelince... O bizim elimizde değil. Yanı başımızdaki savaşa gelince... O bizim elimizde değil. Aslına bakarsanız bizim yaşadığımız bir yığın kavgagürültü de; terör filan yani... O bizim elimizde değil. Yazsak ne olur, yazmasak ne? Ya da, bizim elimizde olmadığını ak kağıda kazır gibi yazmak, meselenin aslını yazmak değil midir gerçekte? Bunu da yazdık işte.
Pazarları yazmayınca böyle oluyor. "Asıl yazı" lar "divan" a kalıyor. Ne içinden "kurumuş nehirler" geçen bir Babalar Günü yazısı... Ne de; beklenmedik haziran yağmurlarında "ıslanmış şehirler" içinde hatırlanmış bir "Anneler Günü acısı..." Ne kaldı geriye peki? Belki de şu "tapu" hikayesi... Kaç yüz yıllık çınar ve çam ağaçlarının arasında sıkışıp kalmış eski mezarlar arasında "son mekân" ın ölçüsünü alanların söyledikleri: "İşte şurası... İki metreye üç metre... Buralarda bundan genişi pek bulunmaz artık!" "Şanslısınız!" demeye dili varmıyor. Lakin, "tapu" nun ikiüç hafta içinde çıkabileceğini muştulayan haberi de vermeyi unutmuyor. İyi ki de unutmuyor. Çünkü biz unutuyoruz. Herkes unutuyor. "Asıl tapu" nun "o" olduğunu... Hepsi hepsi altı metrekare... Ki o bile "geçici" dir şu alemde...
Bugün pazartesi... Elalem; unuttuğundandır besbelli; kavgalar ve telaşlar içinde yine...
Dünse Babalar Günü'ydü... Çocukluğumun "ardı ardına" bittiği haftaların son günü. Artık "çocuk" olamamak "ne garip şey anne!.." Kaç yaşında olursan ol; annen varken çocuktur işte, "içinde" bir yerlerin... Ve annenle birlikte sonsuza dek kaybolur "içinde" sakladığın rengarenk cam bilyelerin... Rengarenk cam bilyelerin ışıldamadığı şu pazartesi... Şu Babalar Günü'nün, şu Anneler Günü'nün ertesi. Şu çocukluğun ertesi. Şu bir ömür dolusu hatıranın ertesi. Ama ertesi işte... Ertesi... "Kendisi" değil hiç bir şeyin. Ben sana ne diyeyim ey duygusuz, ey düşüncesiz, babasız, annesiz pazartesi söyle! Ben sana ne diyeyim?
|