Yalnızca gözlerin yaşadığı bir hayata dair...
Gazetelerde mutlaka okudunuz, televizyonlarda izlediniz. Yalnızca "gözler" le yaşanan bir hayat, nasıl gözlerden kaçabilirdi ki? Forbes dergisinin dünyanın en zengin kişileri arasına 3.2 milyar dolarlık servetiyle giren bir kadının, öyküsüydü anlatılan. Suna Kıraç'ın... Vehbi Koç'un kızının... Sevgili Rıdvan Akar'ın belli ki zahmetli çabalarla hazırladığı belgesel-kitabın içinde o yaşam öyküsünün izleri sürülüyor. Ama kuşkusuz, o yaşam öyküsünün ve belgeselin de en çarpıcı, hatta en sarsıcı yanı, Suna Kıraç'ın hastalığından sonra yaşadıkları. Kısaca ALS olarak anılan hastalık, merkezi sinir sisteminde motor hücrelerin kaybıyla birlikte kaslarda zaaf ve erimeye yol açıyor. Uzun öykünün sonucu; Suna Kıraç'ın gözlerinden başka hiçbir şeyine kumanda edememesi oluyor. Yalnızca gözlerini hareket ettiriyor, hayatı gözleriyle yaşıyor. Çarpıcı olan şu: Hepimiz büyük ölçüde hayata gözlerimizle bakıp dünyayı gözlerimizle algılıyoruz. Ama "yaşam" a; sadece ve sadece, gözlerle bağlı kalabilme azminin ve tutkusunun anlamını kavrayabiliyor muyuz? Sahip olduğumuz, kazandığımız bütün değerleri, imkanları, olanakları, her şeyi kaybettikten sonra; -ki onun kaybettikleri herkesinkinden çok daha fazladır elbette-, yaşamın yine de sürdürülebileceğine olan inancın büyüklüğünü anlayabiliyor muyuz? Dahası; hayatla iletişim kurmanın yolları ve imkanları sınırlanınca, yaşanacak duygu ve düşüncelerin de sınırlandığını, özetlendiğini, fazlalıkların atıldığını ve geriye sadece "iyi" duygular kaldığını... Fark edebiliyor muyuz?
Yaşamla yalnızca gözlerle iletişim kurabilmek, ama bu sayede, bütünüyle "yaşamın içinde" kalabilmek. Bu nasıl oluyor? "Suna Kıraç konuşmak ya da bir mesaj iletmek istediğinde tam karşısına koyu renklerle yazılmış 29 harften oluşan bir alfabe konuyor. Hemşireler tek tek harfleri gösteriyor. Suna Kıraç kirpiklerini kırpıştırdığında ilgili harf yazılıyor. Oluşturmasını istediği kelimeyi sırayla göstererek not ettiriyor. Kelimeler tek tek bulunarak cümle oluşturuluyor." Sonrasını çocukluk arkadaşlarından biri anlatıyor: "Neler anlatıyor, neler? Gözünün içinin güldüğünü görüyorum... Yine sevgi görüyorum, her zamanki gibi insan sevgisi görüyorum. Benim çocukluk arkadaşım çok çok güzel bir insan oldu. Büyük bir insan oldu." Bu son sözcükler gerçekten çok önemli, altı özellikle çizilmeli: "Benim çocukluk arkadaşım çok çok güzel bir insan oldu. Büyük bir insan oldu."
Çocukluk arkadaşının söylemek istediği "Suna Hanım" ın hastalıkla değiştiği gerçeği değil. Zaten; "her zamanki gibi insan sevgisi" sözcükleri, onun bütün bedeniyle hayata hükmederken ki "iyi" liklerine gönderme yapıyor. Ama sonunda söylediği çok farklı: "Benim arkadaşım büyük bir insan oldu."
Buradan herkesin çıkaracağı bir sonuç olmalı... Geriye yalnızca gönül gözüyle hayata bakmak kalınca, geriye yalnızca gönül gözüyle iletişim kurma imkanı kalınca, hayatın müsvedde defterindeki bütün fazlalıklar karalanıyor. "Sade"leşiyor her şey. "Dervişan" bir hayata yolculuk sanki... Bütün dünya nimetlerinden, fırsatlarından, kavgalarından, ihtiraslarından, imkanlarından arınınca, geriye çok az şey kalıyor. O çok az şey, aslında yalnızca olması gereken şey işte. İnsan!.. Ne zarar gelir, ıssız bir mağarada "peygamber sabrı" yla inzivaya çekilen ve dünya nimetlerinden el etek çeken bir dervişin "fazlalıklardan arınmış" saf hümanist kelamından? Arkadaşları, Rıdvan Akar'ın kitabında, onun zaten sanılandan "farklı" ve sermayeden çok emeğe yakın bir dünya görüşü olduğunu da söylüyorlar. Hele "eğitim" deki yeri! Ama, her şeye muktedirken ister istemez, lüzumsuz fazlalıkların, sözlerin, eylemlerin içinde olabiliyoruz hepimiz. Denemeye değmez mi? Bir an için, biz, hepimiz; dünyaya yalnızca gözlerimizle bir şeyler söylemeye çalışsak, yalnızca gözlerimizle yaşasak bir an; arınsak fazla "söylem ve eylem" den; hayat "iyi insanlar" hükümranlığına baş eğmez mi o zaman?
|