| |
Acaba A'dan Z'ye herşeyi yanlış mı algılıyoruz?
Belirli aralıklarla hep aynı şekilde, krizle veya kriz benzeri bir oluşumla kesilen demokrasi serüvenimizin neresinde hata yapıyoruz? Bu sorunun cevabını bulmak için, cesur olmamız, tabuları yıkmamız, klişeleri terk etmemiz gerekiyor. Hep aynı şey olmuyor mu? Türkiye siyasi ve ekonomik istikrara kavuşuyor. Dünya medyası da Türkiye'yi "Yükselen yıldız" olarak göstermeye başlıyor. Ülkenin insanları yarına güvenle bakmaya başlıyor. Ve bir anda birileri, Türkiye'nin havasını alıveriyor. Sonra da değişen dönemlere göre nitelik değiştiren bir "Geçiş dönemi"ne giriliyor. Her şey askıya alınıyor. Arkasından da "Nerede kalmıştık" denilerek yeni bir gelişme ve istikrar dönemi için kollar sıvanılıyor. Acaba kavramları mı karıştırıyoruz? "Cumhuriyet", "Demokrasi", "Laiklik", "Modernleşme", "Kalkınma" ve benzeri kavramları yanlış mı yorumluyoruz? Veya ülkenin yönünü belirleyen siyasi gelişimlerin mimarlarını, oldukları yerden başka yerlerde mi görüp, onlardan yol göstermelerini mi bekliyoruz? Bu kuşkuya, hasta yatağında bilinçsiz yatan Bülent Ecevit'ten "Solda Birlik" için işaret bekleyenlere bakarak varabiliriz mesela. Bütün siyasi yaşamı solu bölerek geçen ve son olarak CHP'ye karşı DSP'yi kuran Ecevit'in, bilincini yitirdiği bir dönemde "Solda Birlik" için büyülü isim olmasını bekleyenler yok mu?
KOPENHAG KRİTERLERİ Veya Anıt Kabir'deki Atatürk'ten "Demokrasiyi kurtarması için" nasıl yardım bekleyebiliriz? Atatürk "Kurucu"dur, "Kurtarıcı"dır, "Devrimci"dir. Ama "Demokrat" değildir ki... Bir dünya savaşı ertesinde verilen Kurtuluş Savaşı ile Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran, "Yeni Rejim"i belirleyen ve Osmanlı'yı tasfiye eden bir askerpolitikacı, nasıl demokrat olabilirdi? "Milli Şef" ve "Tek Parti" kavramlarıyla, çoğulcu demokrasiyi nasıl bağdaştırabilirsiniz. Atatürk, "Cumhuriyet"in temel ilkelerini (Mesela laiklik) belirledi. Ama hala "Demokrasi"nin temel ilkelerini Kopenhag Kriterleri içinde bulmaya çalışıyoruz. Artık öğrenmiş olmamız gerekmiyor mu? Krallıklarda demokrasi olabilir, cumhuriyetlerde olmayabilir. Osmanlı'nın son dönemindeki 2'nci Meşrutiyet bir çoğulcu demokrasi denemesiydi mesela. Bunun gibi "Gelişmişlik" ve "Modernleşmek" kavramlarını da mı karıştırıyoruz acaba? Veya Batı'daki gelişmiş ülkelerin bile farklı tarihsel süreçler içinde geliştiklerini görmezden gelip, "Batılılaşma" ile "Gelişme" hedeflerini birbirine mi karıştırıyoruz? Örneğin Fransa'nın Jakoben ve İngiltere'nin liberal sanayileşme ve burjuvalaşma süreçleri aynı mıdır? Belki bir hatamız da, tarih, sosyoloji ve benzeri toplum bilimlerini, "Bunlar bilimdir" diyerek doğrulukları tartışılır katı doktrinlere bağlamamızdır. Bu şekilde "İdeolojik tarih" yazıyor, sosyolojiyi "Toplum mühendisliği" ile karıştırabiliyoruz. Halkın inançlarını, geleneklerini, coğrafyadan ve tarihten toplumsal genlerimize aktarılan bilgileri yok sayarak, var olanları değil görmek istediklerimizi mi "Değişmez gerçek" diye sunuyoruz.
HALKSIZ DEMOKRASİ Halkı demokrasinin tehdidi olarak görüyoruz. "Batılı olmalıyız" derken, Batı'yı ülkenin bütünlüğünün tehdidi olarak algılıyoruz. Hem "Çağdaş uygarlık" diye kendimize hedef koyuyor, hem de çağdaş ve evrensel olan ne var ise, bunların karşısında yer almaya çalışıyoruz. Solcular toplumun en devletçileri oluyor. Muhafazakarlar, en fazla değişimci icraata imzalarını atıyor. Bu topraklardaki modernleşme sürecinin başlangıcı, Padişah 3'üncü Selim'in hükümdarlık dönemi değil midir mesela? Sık sık dünyayı unutup, dış konjonktürün iç dinamiği olumlu veya olumsuz büyük ölçüde etkilediğini görmezden geliyoruz. Geçmiş zamanı yaşamak mümkünmüş gibi dünün bilgileri ile bugünü anlamaya çalışıyoruz. Yaşanılan olaylardan ders almak ve aynı hataları tekrarlamamak yerine, Kemal Sunal filmlerini yüzlerce defa izleyip hala sonunu merak etmemize benzer şekilde, istikrar ve gelişme süreçlerinde yaşarken, "Acaba bu filmin sonu da ne zaman gelecek" diye kuzu kuzu beklemiyor muyuz?
|