Mayıs hüzünleri...
Mayıs ayı için çok sıcaktı Ankara'nın havası... Haddinden fazla sıcak... Fakat... Birden bastıran kavurucu sıcaklara rağmen; Ankara yine de dingin bir görüntüdeydi. Şehrin "pürtelaş" koşuşturmalardan uzak gündelik yaşam ritmi, hafif bir rüzgâr serinliğini bile hissettiriyordu; hiç rüzgâr esmese de... Ankara'yı hüzünlerle terk edip, pürtelaş koşuşturmaların "başşehir" i İstanbul'a döndük yine... Hüzünler! Geride bıraktığımız başkentin eski sakinleri, hiç belli etmese de, hiç dışa vurmasa da; içten içe "Ecevitsiz bir hayat" ı düşünmeye başlıyordu. Hüzünler de orada boy veriyordu işte. Aslında, bir müddet sonra o hüzün havası, tüm ülkede yaşanmış hayatların üzerine ağır bir kurşun gibi çökecekti besbelli.
Ecevit'siz kalmak? Neden düşündükçe insanın içini üşüten; yalnızlaştıran, garipleştiren, öksüzleştiren bir ruh halidir; yakın tarihi "o"nunla paralel hayatlarda yaşayanlar için? Ecevit, hiç bir zaman tek başına güçlü iktidarların muktedir adamı olmamıştı oysa... Kesintisiz ve uzun yıllar boyunca hükümet edememişti hiç... Kısa süreli koalisyonlar, azınlık hükümetleri, yarı yolda kalmalar... Yarı yolda bırakılmalar... Buna rağmen; neden ülkeyi "yıllarca, kesintisiz ve güçlü" iktidarlarla yöneten siyasal kimliklerden çok ağırlığı olduğu Türk siyasetinde?
Daha çok yazılacaktır elbette üzerine... Lakin... Mayıs hüzünleri içinde ilk akla gelen sebepleri peş peşe sıralamalı, çok fazla düşünmeden... Ecevit; her şeyden önce bir "duruş"tu Türk siyasetinde... Mesele buydu. Herkesi kendisine "referans" almaya mecbur eden bir duruş... O "cesaret hatırası" mesela: Zamanın Başbakanı, kendisine, 3 Mayıs 1977'de Taksim Meydanı'ndaki miting sırasında suikast düzenleneceğini haber vermişti. Taksim'e gitmemesinin iyi olacağını söylemişti Ecevit'e, açıkça... "O" ne yanıt verdi: "Kimseyi oraya çağırma hakkını kendimde görmüyorum. Ama eşim ve ben 3 Mayıs 1977'de saat 13'te Taksim'de olacağız." Sonra ne oldu? O "cesaret duruşu" na göre kendi tavırlarını, kendi duruşlarını belirledi yüzbinlerce insan... İstanbul'un sokaklarından, caddelerinden, varoşlarından, merkez semtlerinden ve yakın şehirlerden yüz binlerce insan seller gibi aktı Taksim'e... Türk siyasi tarihinin bugüne kadar gördüğü en kalabalık, en görkemli miting gerçekleşti... Kimilerine göre bir milyona yakın insan vardı Taksim'de... (Gerçekte bir milyon olup olmaması önemli değildi... Herkes tarafından öyle görülmesiydi önemli olan...) İki gün sonra da seçimler oldu... Yüzde 42'ye yakın oy aldı bir sol parti Türkiye'de ilk kez... Sol gibi görünen değil; farklı eğilimleri "bir tepki hareketi" nde birleştiren değil; açıkça sol olduğunu ilan ederek; açıkça sol sloganları bağırarak sandığa giden bir partiydi Ecevit'in CHP'si... Bir halk hareketi... (Sahi, sonra nereye gitti o potansiyel? 12 Eylül'ün sindirmesi, ardından gelen Özal'lı liberalizmin kitleleri asimile etmesi; güçlendirilen sağın toplumu muhafazakarlaştırması... Vesaire... Vesaire... Uzun hikâye...)
Yalnız o mu? Siyasetteki "zarafet" ... Ve, herkesin ister istemez; mecburen yönünü tayin etmek zorunda bırakıldığı dürüstlük "pusulası", öteki "siyasetçi hayatları" nın "can sıkıcı" da olsa kıyaslanmak zorunda bırakıldığı "mütevazı" bir yaşam... Hep rakipleriyle ölçüye vurulan ince bir insani duyarlılık... Kalabalıklar içinde "yalnız" olabilmek; yalnızlıklarında "çoğalabilmek" Mesele buydu işte: Kesintisiz, uzun ve güçlü iktidarların başı olmamıştı hiç, doğru... Lakin... duruşunu "gerçek, asıl , hakiki" iktidar haline dönüştürebilmişti. O "tavizsiz duruş" un iktidarı; hiç hükümette olmadığı, hiç ortalıkta görünmediği zamanlarda, hatta Oran Sitesi'nde bir evde yapayalnızken bile; gerçekte iktidar olanları, toplumsal zihindeki kıyaslamalarla "muhalefet" e düşürebilmişti. Zarafette muhalefete, dürüstlükte muhalefete, cesarette muhalefete, insani duyarlıklarda muhalefete düşürmüştü rakiplerini; gündelik siyasette hiç yokken bile... Bugünlerde; "Ankara'da Ecevitsiz kalma düşüncesinin dayanılmaz hüznü" böyle bir şeydir işte...
|