|
|
|
|
|
Avına yenik düşen bir avcı
|
|
Düşmanlarının "Tahrip gücü çok yüksek uzaktan kumandasız bir bomba" diye anlattıkları Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Carla Del Ponte, "En büyük avı" Miloşeviç'i elinden kaçırmanın şokunu atlatamadı, atlatamayacak... İşte mücadelesinin öyküsü.
Av, ileride hayat arkadaşı olacak Mira Markovic'ten ilk öpücüğü aldığı asırlık ağacın altında sonsuz uykusuna daldı. Memleketi Pozarevac'ta. Avcı ise öfkesinden masasını yumrukluyor: "Tam işini bitireceğim sırada elimden kaçtı. Peşinde koşturduğum onca yıl, onca çaba, onca yorgunluk boşa gitti. İnanılacak gibi değil." Av? "Yugoslavya kasabı" denilen Slobodan Miloşeviç. Avcı? BM Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin başsavcısı Carla Del Ponte. Denildiğine göre, avı kadar acımasız. Miloşeviç hakkında istediğinizi düşünmekte serbestsiniz. Katil, soykırımcı, Sırplar'ın Hitler'i, Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gördüğü en büyük cani, iktidar hırsı için yüzbinleri ölüme, koca bir devleti yok olmaya götüren adam. Bu yaygın tanımlamalar da yetersiz kalırsa siz de yığınla sıfat üretebilirsiniz. Tabii -sayıca iyice azınlıkta bulunan- ters görüş sahiplerinden de olabilirsiniz. Ancak hangi tarafta saf tutarsanız tutun, ona hangi sıfatı yapıştırırsanız yapıştırın, kendi belirlediği sonuyla yüzyıllar boyunca Roma arenalarında yankılanan gerçeği bir kez daha hatırlattı: "Vay kaybedene!" Başsavcı Carla Del Ponte'ye gelince... Onun hakkındaki düşüncelerinizin netleşmesine katkıda bulunmak için koskoca sayfayı yüz hatlarına erkeksi bir sertlik sinmiş olan o İsviçreli hukukçuya ayırdık.
ADI 'KARA ÖLÜM' VE 'VEBA'YDI Carla Del Ponte, 9 Şubat 1947'de Lugano'da dünyaya geldi. Bern ve Cenevre üniversitelerinde hukuk okudu, ardından İngiltere ve Kuzey İrlanda'da uluslararası hukuk öğrenimi gördü. 1972'de Lugano'da bir avukatlık bürosunda işe başladı. 1975'te kendi işini kurdu. 1981'de Tessin kantonu başsavcılığına getirildi. Bu görevinde yolsuzluğa ve kara para aklanmasına karşı verdiği savaş nedeniyle suç örgütleri arasında adı "Kara ölüm"e, "Veba"ya çıktı. Mafyanın öldüreceği İtalyan yargıç Giovanni Falcone ile işbirliği yaptı. Önlenemez yükselişini sürdürdü, 1984'te İsviçre Konfederasyonu Başsavcılığı'na getirildi. Ne var ki onun o yıllardaki mücadelesine ihtiyatla, hatta eleştirel yaklaşanlar da var. Bu görüş sahipleri yaptığı hatalarla mafyaya karşı birçok önemli operasyonu boşa çıkardığı iddiasıyla başlıyorlar ve onun karakterinin gölgede kalmış bölgelerine kadar uzanıyorlar: "Merhametsiz. Başarı için harcamayacağı kişi ve değer yok. O kadar ki soruşturmalarda ve davalarda kilit tanıkları bile gözünü kırpmadan av olarak ortaya atabilir. Attı da." Yine iddiaya göre, onun yüzünden suçsuz yere aylarını, bazen de yıllarını cezaevinde geçiren masumlar hayli uzun bir liste oluşturuyor. Ve 11 Ağustos 1999'da BM Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde başsavcılık görevi için İsviçre'den Hollanda'ya giderken arkasında epey acı, gözyaşı, boş yere cezaevinde çürümüş hayatlar ve sonuçlanmamış dağlar gibi dosya bıraktığı söyleniyor. Carla Del Ponte, Lahey sayfiyesinde deniz kıyısındaki kırmızı tuğlalı binada İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli mahkemesinde işbaşı yaptığı sırada Slobodan Miloşeviç, Sırbistan Devlet Başkanlığı koltuğunda koltuğunda oturuyordu. 10 yıldır. 1980'lerin sonunda siyaset sahnesinde boy gösterdiğinde, Yugoslavya, Mareşal Tito sonrası dönemin derin boşluğunda serseri mayın gibi dolaşan krizlerin birinden diğerine savruluyordu: Ekonomi kriz, siyasal bunalım, kimlik krizi. Bu kriz üçgeninde en çok Yugoslavya'yı oluşturan etnik grupların en büyüğünü oluşturan Sırplar tökezliyordu. Tito döneminde en büyük özveriye kendilerinin katlandıklarına, onun "Güçlü bir Yugoslavya için zayıf Sırbistan" politikası için ağır bir bedel ödediklerine inanıyorlardı. Bankacı Miloşeviç böyle bir ortamda Sırplar'ın kurtarıcılığına soyundu. 1987'de.Ve iktidardaki ilk gününden Lahey'deki Scheveningen cezaevindeki hücresindeki son sabahına kadar hep sinsi, maskeli bir politika izledi: Kitleler ve mikrofonlar önünde sadece barıştan söz etmek, kapalı kapılar ardında ise milliyetçi duyguları kamçılamak. Yugoslavya'yı oluşturan diğer parçalar, Sırp egemenliğine dayalı bir federasyonda kalmayı reddettiler. Önce Slovenya ayrıldı. Tek el silah atılmadan. Miloşeviç omuz silkti. Çünkü bu küçük ülke nüfus olarak homojen yapıdaydı. Yani haklarını talep edeceği Sırp azınlık barındırmıyordu. Buna karşılık Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmeye kalkınca farklı bir yanıtla karşılaştı. O cumhuriyette önemli bir Sırp azınlık vardı. Ve Miloşeviç onları tepeden tırnağa silahlandırmıştı. Hesaplaşmanın maddi ve manevi faturasını kavrayabilmek için, onca yıl sonra bile savaşın izlerini taşıyan Vukovar kentini dolaşmak yeterli. Sadece orada çoğunluğu sivil 20 bin kişi can verdi.
AMACI BARIŞTI, AMA... Etnik grupların et ve tırnak misali kaynaştığı Bosna-Hersek'in kopması daha da trajik sonuçlar verdi. Bu cumhuriyetteki Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karadjic ile askeri lideri General Ratko Mladiç, Miloşeviç'in desteğiyle Boşnaklar'a ve Hırvatlar'a karşı soykırım boyutlarında imha politikası izlediler. En az 250 bin kurban. Buna rağmen Miloşeviç, bu kan gölünden de ellerini yıkayarak çıkmayı başardı Dahası 1995 Eylül'ünde imzalanan ve Bosna-Hersek'e bağımsızlığını veren Dayton Anlaşması'ndan sonra başta ABD olmak üzere tüm Batı tarafından "Balkanlar'daki barışın kilit adamı" diye alkışlandı! Dayton dönüşü Belgrad'da da! Kendisini karşılayan kitlelere "Tek bir amaçla gitmiştim: Barış. Bu amaca ulaşmış olarak dönüyorum" diye seslendiğinde, sevgi gösterilerinden yer gök inliyordu. Ne var ki arada Makedonya da kopunca, Miloşeviç'in "Büyük Sırbistan" hayalinden geriye iki parçadan oluşan küçük bir devlet kalmıştı: Sırbistan ve Karadağ. Dahası, parçalanma süreci bitmemişti. Kosova sıraya girince, insanlıkdışı etnik temizlik politikasını orada da uygulamaya koyuldu, can derdine düşen binlerce Arnavut evini barkını bırakıp yollara düştü. "Bu kadarı fazla" dedi Batı ve 1999 Mart'ında NATO uçakları Belgrad'a bomba yağdırmaya başladı. Carla Del Ponte 78 gün süren bu bombardıman sayesinde Sırbistan'ın beyaz bayrak çekmesinin ardından BM kararıyla kurulan Savaş Suçları Mahkemesi'ndeki görevine 27 Mayıs 1999'da başladığında Belgrad'dan hala dumanlar yükseliyordu. Ve de mahkemenin savaş suçları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar ve soykırım iddialarından yargılayacağını açıkladığı Miloşeviç hala iktidardaydı. Ertesi yılın, 2000'in Ekim'inde hileli seçimleri izleyen sokak isyanları sonunu getirdi. Sayıları epey azalmış yandaşlarına veda ederken, "Her şeyi Sırbistan için yaptım. Kimse benden hesap soramaz" diye haykırıyordu. Carla Del Ponte artık avının eline geçmesini sağlayacak koşulların oluştuğunu görünce yola düştü. Sırbistan'ın yeni liderleri Kostunica ile Zoran Cincic, bayan Başsavcı'nın "Onu bana gönderin" isteklerine bir süre olumlu yanıt veremediler. Belgrad'da milliyetçi rüzgarlar esmeye devam ediyordu. Önce evinde göz hapsine aldılar, sonra 1 Nisan 2001'de cezaevine koydular. Carla Del Ponte, diktatörün düşüşünden sonra üçüncü Belgrad ziyaretinde, 2001 Haziran'ında şöyle diyordu: "Şu anda savaş suçlularının 38'i elimizde. Ama en önemlileri hala ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Karadzic, Mladic ve ille de Miloşeviç. Onları istiyorum. Öncelikle de Miloşeviç'i. Kosova'da işlediği suçlarla ilgili iddianamemi hazırladım bile. Bosna ve Hırvatistan'da işlediği suçlarla ilgili dosyaları da en geç sonbaharda tamamlayacağım. Gerçi Miloşeviç artık kaçamaz, burada cezaevinde. Ama ben onu bizim cezaevimizde görmek istiyorum." O ziyaretten de eli boş döndü ama arzusunun yerine geldiğini görmek için fazla beklemedi. Cincic, Miloşeviç'i 28 Haziran'da Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne teslim etti. 28 Haziran, Sırplar'ın 1389'da Kosova'da Padişah I. Murat komutasındaki Osmanlı ordularına yenildikleri savaşın yıldönümüydü. Ayrıca 1914'te Avusturya Arişüdük Ferdinard'ın Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin de yıldönümü. Cincic bu kararının bedelini 12 Mart 2003'te bir suikastte hayatıyla ödeyecekti. Miloşeviç, Lahey'de "Beş yıldızlı cezaevi" denilen Scheveningen'e konuldu. Birinci kattaki hücresi 15 metrekareydi. Bir yatak, bir masa, bir etajer, köşede perdeyle ayrılmış duş ve tuvalet vardı. Ayrıca bir radyo, kablolu yayınları alabilen bir televizyon konulmuştu. Bilgisayar da. Ama internet bağlantısı olmayan bilgisayar.
İKTİDAR DÜŞKÜNÜ, YALANCI Tüm tutuklular ortaklaşa kullandıkları salonda telefondan yararlanma hakkına sahipti. Gündüz hücreler açık tutuluyordu ve tutuklular kırmızı tuğlalı binanın koridorlarında dolaşabiliyorlardı. Kimi kağıt oynuyor, kimi ping-pong turnuvaları düzenliyordu. Kantinden dilediklerini almakta serbesttiler. Hatta eşleriyle baş başa kalmaları için bir özel oda bile vardı. Miloşeviç mahkemeye ilk kez 12 Şubat 2002'de çıkarıldı. Bej ve mavi renklerin hakim olduğu salona girişinde bir kadın mübaşir "IT-02-54" numaralı dosya" diye bağırdı. Mahkeme başkanı ilk sözü Başsavcı Carla Del Ponte'ye verdi. Sapsarı saçlarını iyice kısalttırmış Del Ponte, siyah cübbesiyle ayağa kalktı ve İngilizce olarak karşısındaki adamın portresini çizmeye başladı: "İktidar düşkünü, yeteneksiz, yalancı... Tarif edilmesi imkansız acıların kurbanları bugün adaletin yerine gelmesiyle biraz olsun huzura kavuşacaklar." Koyu renk takım elbise, açık mavi gömlek giymiş ve mavi çizgili kravat takmış Miloşeviç, ağzını bile açmadan, hatta yüz ifadesinde en küçük değişiklik olmadan sonuna kadar onu dinledi. Del Ponte devam ediyordu: "Sanık sandalyesinde oturmakta olan bu adam halkına ve komşularına karşı işlediği suçlardan yargılanacak. Hayatımda bugüne kadar eski bir devlet başkanının karşısında hiç kimsenin adaletten kaçamayacağını söylemekten daha önemli bir şey olmadı, olmayacak."
KURBANLAR İÇİN TRAJİK HABER Carla Del Ponte, Miloşeviç'i "Mükemmel bir taktisyen ama çapsız bir stratejist" diye nitelemişti. Ama o taktikte değil, stratejide de yabana atılmaması gerektiğini kısa sürede gösterdi. Zamanla oynayarak. Mahkemeyle oynayarak. Hatta kendi sağlığıyla oynayarak. "İki, bilemediniz üç yılda karara bağlanır" denilen mahkeme hiçbir zaman bitmedi. 11 mart cumartesi sabahı cezaevi görevlilerinin onu hücresinde ölü bulmalarıyla her şey rafa kaldırıldı. Ya da tarihin arşivine: 66 suç iddiası, 30 bin sayfa tutanak, 350 tanığın ifadeleri... Ve Carla Del Ponte altından zor kalkacağı bir darbe yedi. Çünkü, müebbet hapse mahkum ettireceğinden emin olduğu avı, cezaevini masum olarak terk etmişti. Duygularını önce sözcüsü aracılığıyla açıkladı: "Gerçekler için trajik bir gün. Kurbanlar için trajik bir haber." Biraz sakinleşince kendisi çıktı kamuoyunun önüne: "Kabul etmemiz gerekir ki, Miloşeviç bize karşı meydan okumasını kazandı. Böyle bir sonu bir an için bile aklımın ucundan geçirmemiştim. En kötüsü yaptıklarının hesabını vermeden gitti. Yıllarca onun izini sürmüş, suçluluğundan zerrece şüphesi olmayan ben bile, masumiyet karinesine saygı göstermek zorundayım. Oysa sadece birkaç hafta sonra mahkeme bitecekti ve kesinlikle müebbet hapse mahkum edilecekti." Azrail'in yardımıyla Miloşeviç'i elinden kaçıran Carla Del Ponte şimdi hıncını çıkaracağı iki avını, Karadzic ile Mladic'i yakalayabilmek için çemberi daraltmaya çalışıyor. AB'yi de devreye sokarak: "Sırbistan bir aya kadar bu iki savaş suçlusunu teslim etmezse, AB'ye üyelik sürecini unutsun!" Del Ponte bu tür bir şantajı Hırvatistan için de yaptırmıştı: "General Ante Gotovina'yı yakalayıp teslim etmedikçe üyelik müzakerelerini başlatmayacağız." Ama olan sadece Hırvatistan'a değil, Türkiye'ye de olmuştu: AB Konseyi, Türkiye ile Hırvatistan'la eş zamanlı olarak müzakerelerin açılmasını kararlaştırdığı için, Gotovina'nın firarının uzaması bizim de masaya oturmamızı geciktirmişti. Peki, Del Ponte'nin AB'nin arkasına sığınarak açtığı ateş Sırbistan'ı vuracak mı? Radovan Karadzic ve Ratko Mladic hala özgür olduklarına göre, dahası Belgrad yönetimi tehditten -en azından bugüne kadar- pek etkilenmiş görünmediğine göre, zor. Hele 'Lahey'e gidenin cenazesi dönüyor' görüşü Sırp halkını etkilediği sürece, daha da zor. Kariyerinde zirveye ulaştığını sandığı anda tepetaklak yuvarlanan Carla Del Ponte ise öfkeyle masaları yumruklamaya devam ediyor: "Esas hakkındaki iddianamemi hazırlamıştım. Dava yazdan önce bitecekti. Sonra onu hayatının sonuna kadar demir parmaklıkların arkasına tıkacaktım. Hepsi bir anda elimden uçup gitti." O öfke anlarında Hermann Göring'in Nüremberg Duruşmaları'nda yargıçlara meydan okumasını anımsıyor mu acaba? Şöyle demişti: "Beni asabilirsiniz ama asla yargılayamazsınız!" Ve o da bir sabah hücresinde ölü bulunmuştu. Siyanürle intihar etmişti.
|
|
|
|
|
|
|
|
|