Şahin kardeş...
Ada... 1960'lı yılların sonları... İskele kenarında, kim bilir kaç yüz yıllık tarihi bina: Bahriye Mektebi... Ahşap sıralarından Nazım Hikmet'in de, Necip Fazıl'ın da geçtiği beyaz badanalı yapı... O günlerde; Heybeliada iskelesine yanaşan vapur yolcularının dikkatini çeken ilk şey, tarihi binanın yanı başına inşa edilmiş modern sinema salonunun yan cephesini boydan boya kaplayan dev mozaik tablodur mutlaka... Preveze Zaferi'ni anlatan sürrealist renk cümbüşü... (Bugün adaya yolunuz düşerse şayet, boşuna aramasın gözleriniz. 1999 depreminin kurbanlarındandı o görkemli duvar tablosu da... Dış duvarını süslediği sinema salonuyla birlikte yıkıldı çünkü...) Ama, salonda o yıllarda esen "milli kurtuluşçu" ruh da depremle birlikte yıkılmış olabilir miydi? Ya da Çanakkale ruhu?
1960'ların ikinci yarısındaki 18 Mart'lardan biri... "O" sinema salonundaki genç bahriyeliler Çanakkale direnişini anıyor. Söylevler, şiirler, vesaire. Ama bir şey eksik sanki... O sırada salonun bahçeye açılan kapısı aralanıyor. İçeriye ışık huzmesi doluyor. Işık huzmesinin arasında bizim Şahin kardeşi gözlüklerinden tanıyoruz. Yanında birisi var, Şahin koluna girmiş. Sonra sahnenin önündeki birkaç basamak merdiveni de birlikte çıkıyorlar. Salonda derin bir sessizlik. Koluna yaslanmış beyaz sakallı, iki büklüm olmuş nur yüzlü, ama bakışları kederli ihtiyarı gösteriyor Şahin: "Kardeşler, nefesinizi boşuna tüketmeyin. Ne yapsanız, ne söyleseniz, anlayamazsınız ve anlatamazsınız. Ama 'o' anlatabilir. Çünkü 'o' Çanakkale'dir." İlahi Şahin kardeş! Bunu da yapacaktır sonunda. Ne emekler harcamıştır bize Çanakkale'yi anlatabilmek için... Daha 16-17 yaşlarındayken; hafta sonu izinlerinde, biz kendimizi Beyoğlu sinemalarına vururken, Çanakkale'nin yolunu tutan deli oğlan. Pazar akşamları yatakhaneye girer ve çantasını yatağının üzerine boşaltıp, bizi başına toplardı. Yatağın üzerinde bir sürü paslı mermi ve şarapnel parçası. "Bunlar Seddülbahir'den, şunlar Tenkerdere'den..." Heyecanımız onu mutlu eder, ilgimiz kısa sürerse o geceyi uykusuz geçirirdi. Ve... Ertesi hafta bize Çanakkale'yi "anlatacak" daha büyük şarapnellerin peşine düşerdi. Ama o 18 Mart günü yüreğimizi "12" den vurdu Şahin kardeş... Ya da genç deniz teğmeni Şahin Aldoğan . Sahnede koluna yaslanan kederli ihtiyar, yaşayan Çanakkale gazilerinden Süleyman Çavuş'tu. Ve mikrofonu "o" na uzattı. O günden sonra hepimiz, mevzilerde "göz-gez-arpacık" nöbet tutan neferler olduk Conk Bayırı'nda.
Süleyman Çavuş her 18 Mart'ta bizimle birlikteydi artık. Hatta "68 rüzgarları" nın "ada sahilleri" ne de ulaştığı günlerde, nasıl becermişse, bulup getirmişti Süleyman Çavuş'u da aramıza... "Milli kurtuluş" heyecanları estirmişti gazi üniformalı, kederli ihtiyarla... Çok sonra, Selimiye Kışlası'ndaki duruşmada da, savunmasını Çanakkale üzerine oturtmuştu. Gözyaşlarına boğmuştu herkesi. Ne var ki ertesi gün gazetelerin manşetlerine başka bir cümlesiyle tırmanmıştı: Bakınız: 1971 Haziran'ında bir gün, Milliyet Gazetesi'nin manşeti: "Deniz teğmeni Şahin Aldoğan konuştu: İhtilal yapmak omlet yapmaya benzemez!" Ne vesileyle söyledi bu sözleri, hatırlamıyoruz ama... Nasıl kıskanmıştık Şahin kardeşi manşetlerde görünce, bilemezsiniz.
Selimiye'nin savcısı, yıllar sonra Çanakkale'de bir göreve atanacaktı. Bir gün, jandarmalar, karşısına saçları iyice dökülmüş gözlüklü birini "casus" diye yakalayıp getireceklerdi. Yabancı tarihçilerle dağtepe araştırma yapan Şahin kardeşten başkası değildi o. Savcı, hemen tanımıştı, bir zamanlar "mahkumiyet" ini istediği Şahin'i... Tebessüm ederek uzaklaştırmıştı acemi jandarma erlerini... "Bu bizim Şahin!" demişti... "Ne Çanakkale'yi, ne de bu yurdu, hiçbiriniz ondan daha çok sevemezsiniz!"
Bugünlerde herkesin konuştuğu "Siperin adı vatan" kitabının kapağında, bir başka Çanakkale sevdalısı gazeteci meslektaşımız Gürsel Göncü'yle birlikteadını gördüğünüz öteki "meçhul" yazarın kim olduğunu merak ediyorsanız şayet, söyleyelim dedik... (Pek sevmez öne çıkmayı da...) Şahin Aldoğan'dır o. Ortak şarkılarımızın yol arkadaşı Şahin kardeş. Bilin istedik.
|