|
|
Snob, ukala, kokona...
İnsan küçük bir kentte doğmayınca, doğduğu yerle özdeşleşemiyor... Doğduğu yer ona doğduğu yer gibi, dünyaya gözünü açtığı yer gibi gelmiyor. Doğumun gerçekleştiği yer, insanın kişisel tarihinde mabed olma özelliği taşımıyor. Ben Nişantaşı'ında doğmuşum... Dünyaya orada gözlerimi açmışım... İnsan en azından, doğduğu yere fazlasından bir saygı duyar, arada bir özler, bakar... Dünyaya gelişini kutlarken, geldiği yeri de bir anımsar değil mi?.. Maalesef... Hiç o duyguları uyandırmadı bende Nişantaşı... Hep bir parça snob, fazla ukala, biraz da kokona buldum Nişantaşı'nı... Hayatımın tek ameliyatını olurken aklıma geldi Nişantaşı... "Göçüp gideceksem, bari göçüp geldiğim yerden elveda edeyim bu dünyaya..." deyip kimsenin haberi olmadan Amerikan Hastanesi'ne yattım... Kabul ediyorum... Bilinçaltımda, hayata merhaba dediğim mekanda ölme ihtimalinin azlığı vardı... Ama Nişantaşı benim için hayata geliş ve gidişlerin dışında, hayatı yaşarken aklıma gelmeyen bir mekandı... 3 ay öncesine kadar... Erol Kaynar, Salomanje isimli bistrobarına beni zorla götürene kadar! Tanrım o ne cıvıl cıvıl bir fısıltı... O ne bitmek tükenmek bilmez bir enerji... O ne gençlik, sıcaklık ve hayat fışkıran bir cıvıltı... Kuşku yok Paris'in Saint Germain'iydi burası... Aynı sokaklar, aynı pırıltı, aynı tıngırtı, aynı romantik kıpırtı... Hayata geldiğim bu semti, 'öleceksem burada öleyim' diyerek hayata veda edecek semt olarak da seçmiştim... Ama hayatı yaşarken, yeniden hayatı bulacağım bir mekan olacağını tahmin etmemiştim... Buraya, Etiler'in snobize kitlesinin uğramadığına sevindim... Kokona olarak tasvir ettiğim Nişantaşı'nın, bir cıvıltı ve kıpırtı merkezi olmasına, her tarafından gençlik fışkırmasına hayret ettim... Burada her şey turuncu ışıklarla daha samimi, daha romantik, daha sıradan daha özgürdü... Burada eldivensiz ve maskesiz insanlar vardı... Bu mekanların karakterleri, daha bir yalın, daha bir sade, daha bir gerçekti... Zaten onun için kahkahaları daha bir içtendi... Nişantaşı'nı sevdim... Salomanje'den başlayarak, Brasserie'yi, Niş'i, Suit'i, Midpoint'i ve pek tabii Reasürans Çarşısı'ndaki barlarla birlikte canlı müzik yapan jo-jo'yu çok sevdim... Bu mekanlarda hayat vardı... Hayat fışkırıyordu mekanın içinden dışarıya doğru... Gençlik vardı... Her yaştan... İlginç bir vurdumduymazlık vardı... Etrafa sarkmama, hatta etrafı takmama vardı. Sarkmadan ve takmadan yaşanan gecelerde, yine de yeni samimiyetler, yeni birliktelikler çıkıyordu. Gece hayatı böyle bir şeydi işte! Belki Nişantaşı'nda çok sevdiğim şey, gece hayatının bilinen, o çok bilinen aktörlerini fazla görmemiş olmamdı. İnsanlar sanki daha bir gerçekti... Daha sıradan ve daha mutluydu... Dergi kapaklarından daha az fışkırmıştı... Dergi kapaklarının daha bir dışındaydı... Nişantaşı esas olarak, kaşerlenmış gece hayatı müdavimlerini değil, değişen İstanbul'un modern, genç ve birbirini takmadan, sarkmadan yaşayan bohem ve modern yüzünü temsil ediyordu... Nişantaşı Paris'ti... Nişantaşı Paris'teki Avenue Montaigne ya da Champs Elysees değil, Saint Germain de Pres'ydi. Aradaki farkı ancak Paris'liler ya da Paris'i iyi bilenler bilirdi. Gerçek Paris'liler için Paris aslında Champs Elysees değil, Saint Germain'di. Benim doğduğum Nişantaşı'nın bir İstanbul-Paris olmasından mutluluk duydum. Nişantaşı'nın gerçek İstanbul olduğunu, orada gerçek hayatların yaşandığını görünce gurur duydum. Nişantaşı'nı ilk kez snob, ukala ve kokona bulmadım. Kendimi Nişantaşılı addedecek kadar identifie, etmesem de kişisel tarihimde doğum ve ölüme yakın olmanın dışında da Nişantaşı'yı hissettiğime mutlu oldum. Doğduğum Nişantaşı'nın gecelerini yaşadığıma şükrettim. Hayata teşekkür ettim...
|