Sevgili diş fırçam
Dolunayın şeklini taşa yontmak için başını ikide bir yukarı kaldırmaktan yorulmuştu. Gün doğmak üzereydi. Birazdan ortalık aydınlanacak, yıldızlar görünmez olacak ama onun taşa yonttuğu dolunay hiç kaybolmayacaktı. Uzun süre aramıştı şekil vereceği taşı. Sonunda tepenin eteğinde yumuşak, kolay yontulan taşlardan birini bulmuştu. Elindeki sert taşı, yumuşak taşın yüzeyine vurmasıyla kopan parçalar, birer yıldız gibi yere yayıldıkça, dolunay daha da ortaya çıkıyordu. Güneşin ilk ışınlarıyla birlikte beklenmedik bir şey oldu. Üç gündür ufalanan taş hareket etti ve yamaç boyunca yuvarlanmaya başladı. Peşinden koşsa da, ay biçimindeki taş giderek hızlanıyor ve ırmağa yaklaşıyordu. Sonunda korktuğu şey başına geldi. Taş, birkaç kurbağayı ürküterek suyun maviliğinde kayboldu gözden. Gökyüzündeki ay da yok olmuştu. Başını iki elinin arasına alarak düşündü, "Ayın her gece yuvarlak olmayışının nedeni, onun da yuvarlanarak suya düşmesi miydi? Bir ırmak mı vardı gökyüzünde? Ay şeklindeki taş yuvarlanırken nasıl da hızlanıyordu?" Tekerleği bulduğundan habersiz akıp giden ırmağa bakarken, kendisine sessizce yaklaşmakta olan vahşi bir hayvanı fark edemedi!
IŞIK DEMETİNDE OTURMAK Uygarlık tarihinin en önemli icatlarından biri olan tekerleğin ortaya çıkışının, anlattığımız öyküdeki gibi insanın dolunayı taklit etmesi olup olmadığını bilemeyiz. Ama insanın aya ulaşma çabasında tekerleğin bulunuşunun büyük bir adım olduğunu yadsıyamayız. Tekerleğin üstüne oturmayı düşünen insanlığın geldiği en son nokta, Einstein'ın özlemidir; bir ışın demetinin üstüne oturmak ve oradan dünyayı seyretmek. İnsanın, aya dokunması için kat ettiği yol yalnızca dünyayla ay arasındaki 384 bin 400 km. değildir. Bu uğurda insanlık, yüzyıllar süren yolculuğunda dünyanın etrafını dolaşmış ve tüm dağların zirvelerine tırmanmıştır. Pusulanın bulunmadığı yıllarda, denizciler gözlerini gökyüzünden ayırmadı hiçbir gece. Gitmek istedikleri limana ulaşmak için yönlerini hesaplarken aya ve yıldızlara bakarak şunu geçirdiler içlerinden: "Bir gün size de sıra gelecek!.." Tüm bu yolculuklarda bir şeyi ayırmadık yanımızdan; diş fırçası!.. Tekerleğin ortaya çıkışına kesin bir tarih veremiyoruz ama Mısır mumyalarında ağız sağlığına verilen önemin M.Ö. 4000 yılına dayandığını biliyoruz. Sümerliler dişlerini altın kürdanla temizlerken, M.Ö. 2500 yılında yazılan Çin'e ait en eski "Hwang-Fi" adlı tıp kitabında diş hastalıklarından söz edilir. Romalı şairler yazmış oldukları birçok şiirde diş fırçası kullanmaya değinir. Yüz estetiğinde önemli yer tutan dişlere verilen değerin çok eskilere dayandığını gözler önüne sermek amacıyla şair Nikarkos'a kulak veriyoruz: Hanım çarşıya gitti Takma saç aldı Dudak boyası, balmum Rastık, takma diş Bütün bunları alacağına, Yeni bir yüz alsa daha iyi ederdi. Bir şiirinde "Söyleyin, ne var bu yolculukta?" diye soran Orhan Veli, ceketinin iç cebinde taşırdı diş fırçasını. Yine birkaç günlüğüne Ankara'ya giden şair, okul arkadaşı Şinasi Baray'ın "Üçnal Lokantası"nda içtikten sonra, karanlık bir yolda belediyenin açtığı çukura düşer ve İstanbul'a döndükten sonra beyin kanamasından ölür. Kardeşinin eşyalarını almak üzere Cerrahpaşa Hastanesi'nin deposuna giden Adnan Veli, at yarışlarına ait bir program ve sarı ambalaj kağıdına sarılmış bir diş fırçası bulur. Diş fırçasının sarılı olduğa kağıda "Aşk Resmi Geçidi" adlı şiirini yazmıştır Orhan Veli. Şiirin kimi yerleri, diş fırçasının ıslaklığının mürekkebi dağıtmasından dolayı okunamamaktadır. Diş fırçası ortaya çıkmadan önce ağız bakımında misvak kullanılırdı. Suya temas edince lifleri bir fırça gibi açılan bu bitki, yüzyıllardır diş sağlığına hizmet etmektedir. Hiç şüphesiz ki, M.Ö. 160'ta, bugünkü Urfa'nın civarına denk düşen Samosata kentine gelen kervan sahipleri, konakladıkları handa şair Lucian'ın hikayesini dinlerken misvakı ağızlarından eksik etmezdi. Lucian, Atlas Okyanusu'na açılan bir gemiye bindiğinden söz eder hikayesinde. Öyle bir fırtınaya yakalanırlar ki, rüzgar bulutlara savurur koca gemiyi. Gökyüzünde yedi gün, yedi gece yol alırlar ve sonunda aya inerler. Kısa boylu, çıplak kafalı, uzun sakallı ay yaratıkları dünyalıları yakalayıp krallarının huzuruna getirir... Yolcular, hikayeden öylesine etkilenirler ki, ağızlarındaki misvak otunu heyecandan ısırmaya başlarlar!.. İnsanlık tarihinin ilk uzay romanı kabul edilen "Ay Savaşçıları" Berlin'de bir müzede bulunmaktadır. Hikayenin sonunu merak mı ediyorsunuz? Öyleyse biz de ocak ateşinin etrafında toplanan kervan sahiplerinin arasına karışalım... Ay kralı, dünyalıların kötü amaçlı olmadıklarını anladıktan sonra, güneşle olan savaşlarında kendilerine yardım etmelerini ister. Lucian ve arkadaşları kanatlı atlara binerek güneşle savaşmaya gider. Ay ordusunda azgın pireler, canavar karıncalar ve dev örümcekler de vardır... Ve ne gariptir ki, insanoğlunu 20 Temmuz 1969'da, Apollo 11'den ayrılarak aya taşıyan ilk araç da bir böcek görünümündedir!
|