Ağızda pilav pişse benden Tuna kadar yağ
Geçen hafta Birleşmiş Milletler'in eğitim, bilim ve kültür örgütü olan UNESCO'nun 33. Genel Kurulu vardı. Genel Kurul, kültür konusunda eskiden beri süren bir "kan davasını" yeniden ateşledi. Kan davasının bir yanında Amerika Birleşik Devletleri, diğer yanında neredeyse tüm diğer üyeler var... Ne ki bu kez tetiği çeken Fransa oldu. Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac'ın kişisel talimatıyla başlatılan ve Kanada'nın da aktif katılımıyla sürdürülen otuz beş maddelik bir anlaşma taslağı hazırlanıyordu. "Kültürel çeşitliliğin korunması" başlıklı bu taslağın amacı, Amerika Birleşik Devletleri'nin başta sinema olmak üzere birçok alandaki kültürel hakimiyetine karşı, devletlerin kendi sınırları içinde kanun, tüzük, genelge kısacası her türlü yasal hakkı kullanarak kendi kültürlerini koruması... ABD ise bu taslağa şiddetle karşı çıkıyor, bunun dünya sisteminin özgürlükçü anlayışıyla ters düştüğünü belirtiyordu. Tartışma öyle alevlendi ki oylama gecikti. Üç günlük bir rötar sonunda tasarının oylanmasına UNESCO'nun 191 üye ülkesinden 154 ülke katıldı. Bu tasarıya 148 devlet "evet" dedi. ABD ve İsrail ise "hayır" oyu kullandı. Avustralya, Nikaragua, Honduras ve Liberya ise tarafsız kaldı. Böylece tasarı UNESCO'nun yasal metni haline geldi, ancak uygulanabilir bir kıvama gelmesi için gideceği çok uzun bir yol var. En az otuz ülkenin bunu kendi parlamentosunda onaylayarak kanun haline getirmesi lazım. Ondan sonra evrensel bir uygulama alanı bulabilecek. Devletlerin kendi kültürlerini korumak için yasalardan medet umması görüşünün taraftarları, sürecin uzunluğundan ABD'nin yararlanacağını ve bu metnin uluslararası bir antlaşma haline gelmesini ülkelere baskı yaparak önleyeceğini iddia ediyor.
***
Ülkelerin kendi kültürlerini koruma çabaları çok doğal, garipsenecek hiçbir yanı yok... Ayrışma bunun "yöntemi" konusunda... Dün gibi hatırlıyorum, bu yöntem tartışması, yirmi beş yıl önce de ABD ile Fransa arasında büyük bir kavgaya yol açmıştı... O zaman Mitterand vardı. Sorbonne Üniversitesi'nde dünyanın dört bir yanından gelen dört yüz aydın "ekonomik krize kültür çare olabilir mi?" başlığı altında bu konuyu tartışmıştı. Konferansı Mitterand açmıştı. ABD basını konferansı yaylım ateşine tuttu. Hatta Wall Street Journal, dönemin Kültür Bakanı Jack Lang'ın her tarafı humma ateşi gibi saran zamanın dizisi Dallas için kaygılanacağına, Fransa'nın neden kültür dünyasında artık ciddi bir yerinin olmadığını tartışmasını önermişti. Amerikan gazetesi, yirmi beş yıl önce, Fransa'nın çok uzun süredir Michel Tournier dışında hiçbir gerçek sanatçı çıkarmadığını da iddia ediyordu. ABD, uygulamalı bilim dallarında önemli atılımlar yapamayan, teknolojik gelişimi yavaş olan bir ülkenin aktif yaratıcılıkta ciddi bir rol alamayacağı kanaatinde...
***
UNESCO'nun yeni girişimini planlayan Fransa dün olduğu gibi bugün de Amerikan kültürünün dünyayı egemenliği altına alan yayılmacılığından şikayetçi. Nitekim, şimdiki Kültür Bakanı Renaud Donnadieu de Vabres "dünyada gösterilen tüm filmlerin yüzde 85'inin Hollywood yapımı olduğunu" söylüyor. Bu kanunla önlenebilir mi? UNESCO'nun ezici sayıdaki üye devletlerine göre önlenebilir... Ama soruyu şöyle sormak gerek, ABD'nin yaptığını artık Fransa neden yapamıyor. Fransız sineması ülke içinde bile neden Amerikan filmleriyle rekabet edemiyor?
***
Kültürü yayan ekonomik güç... Yirmi beş yıl önce ABD'nin ihracatı Fransa'nın iki misliydi. Ekonomik bir enerji önünü açmaz ise kültür zayıflıyor. Kanunla, tüzükle, genelge ile ekonomik yaratıcılık güç kazanmıyor ki... Sadece bir çaresizliği ifade ediyor... Babamın babaannesi söylermiş, "Ağızda pilav pişse, benden Tuna kadar yağ"... Tüzükle kültür korunsa, zaten bu kadar lafa gerek kalmazdı.
|