| |
Diyarbakır'dan...
Bir zaman öncesine kadar uçaktan inerken ve uçağa binerken yoğun olarak hissedilen "askeri bölge" havası dağılmıştı. Bu kez Diyarbakır'a indiğimde beni mütevazı, sakin ve normal bir havaalanı ile birlikte "pastırma yazının" sevecen ışıkları karşıladı. Epeydir Diyarbakır'a gitmiyordum, tüm cumartesiyi Baro'nun düzenlediği "AB müzakere sürecinde Kürt sorunu" başlıklı panele katılmak için gittiğim bu kentte geçirdim. Son gidişimden bu yana Diyarbakır'ın derlenip toparlandığını gördüm. Eskiden pek görülmeyen "kent esvaplarını" giyinmiş buldum. Derin birikimini tümüyle ortaya çıkaran bir şahlanışa henüz ulaşabilmiş değil ama eli yüzü düzgün bir görüntüye kavuşmuş.
Birçok kez gittiğim kenti bu kez Şehmus Diken'in öncülüğünde yeniden keşfe çıktık. İlk durak Cahit Sıtkı Tarancı'nın 1973'ten beri müze olan eviydi. Ben babamdan Tarancı'nın şiirlerini ve yaşam hikâyelerini dinleyerek büyüdüm. Yıllar ve yıllar her akşam "Kürt'ün Meyhanesinde" aynı masada konuşmadan oturması "nasılsın Cahit" diyenlere Fransızca "ça va" demesi, uzun süre kaldığı Fransa'da her gece onu ufacık tefecik sarhoş haliyle görmeye alışan polisin trafiği keserek ona yol açması çocukluk anılarımda birikmiş hikâyelerdendi. Eksik kalanları, eski Diyarbakır'ın o muhteşem evinde tamamladım. Annesinin şairden sonra öldüğünü öğrenmem de, ilkokulu bitirene kadar kaldığı Diyarbakır'da bindiği bisikletinin resmi de, onun yaşam serüveninin bendeki eksik parçalarını şimdi biraz daha bütünlemiş bulunmakta... Tarancı'nın evinin ardından eski bir manastır olan Ulu Cami'ye yollandık. Oradan "Dört Bacaklı Minare"ye. Daha sonra ise Mıgırdıç Margosyan'ın kitaplarında damıtarak anlattığı "Gavur Mahallesine"... Kentin derin kültürü, "bakana görünen" haliyle yavaş yavaş canlanıverdi. Her adımda karşınıza çıkıp ellerinde "kağıt mendilleri"yle profesyonel rehberlere taş çıkartacak bilgilerini bir nefeste anlatan yoksul çocuklar ordusu, ayağa kalkan bu heybetli eski tarihin itilip kakılmış son kuşağı olmasını dilediğim hem acılı, hem sevimli minik insanları olarak dolaştı çevremde.
Dün yapılmış gibi duran ve çok eskilerden beri kenti çevreleyen surların üzerinden Dicle'ye baktık. Bir önceki belediye başkanı Feridun Çelik tüm surların çevresini boşaltarak yeşillendirmiş ve halka açık mekânlara dönüştürmüş. Daha önceleri yoğun işsizliğin ve yoksulluğun öbeklendiği surlar artık bir yaşam mekânı... En ağır sorun olarak süregiden işsizlik ve yoksulluk görüntüleri ise varoşlara kaymış. Dicle üzerindeki Roma köprüsünün ardından güneş batıyordu. Diyarbakır'ın sebze ve meyve bahçeleri her zamanki haliyle gene oradaydı. Hızlı bir gezi bile Mezopotamya kültürünün etkileyiciliğini, bu topraklarda ne kadar çeşitli biçimlerde ve keyifli yaşanabileceğini fısıldıyordu. Fısıldıyordu ama bu fısıltı duyuluyor muydu? Bunu da, sabah saatlerindeki panelde izlemeye çalıştım. Çok ağır bir travmadan geçmiş ve derin acılar yaşamış bir bölgenin, yeni şartlarını yeni zihniyetine hemen uyum sağlamasını beklemek haksızlık olur. Ancak "bölge", durumu bilincine net bir şekilde getirmeyi çok istemiyor görünse de, şartların değiştiğini hissediyor, bunu, söylemeden kabulleniyor. Hayatın değiştiği bir yerde zihniyet eskisi gibi kalabilir mi? Nitekim, Diyarbakır Barosu'nun toplantısının başlığında da bu değişimin en somut imzası vardı: "AB müzakere süreci..."
Her şeye ait olduğun "ırk" ın gözlüğünden bakmak. "Yönetilen, vatandaş, birey" kimliğini çiğneyip, profesyonel siyasetçilerin "taraftarı" olarak hayatı yorumlamak... Yaşamın yakıcı sorunlarını çözme gayreti yerine, sadece ve sadece "yönetim biçimi" ile ilgilenmek... Liberal, Marksist, muhafazakâr, sosyal demokrat olarak ayrışmak yerine ırkı öne çıkaran bir anlayışı doğal saymak... AB sürecinin Türkiye'nin en güçlü devrimci çabası olduğunu, bu sayede sorunların çözüldüğünü, çözülmeyenleri çözmek için de artık hukuk yollarının açık olduğunu, kısaca AB dediğiniz evrensel yaklaşımın sadece ve sadece "insanların mutluluğunu" hedeflediğini unutmamak gerektiğini anlatmaya çalıştım... Siyaseten yöneticilik peşinde koşmak yerine, insanların mutlu olmasını sağlamak için somut çözüm yolunun aranması gerektiğini vurguladım. Bu tür görüşler kalabalıklar tarafından duyulur mu? Ben umutluyum. Çünkü artık kimse çile çekmek istemiyor. Hepimizin istediği ekmek, özgürlük ve mutluluk çünkü...
|