Van Gölü'nde bin başlı canavar
Bütün girinti ve çıkıntıları ile 'rektör Yücel Aşkın vakası', hukuk devleti olmanın nasıl da mucizevi dönüşümler gerektirdiğini vurguluyor. Ortada özgür düşünenleri kahreden belirsizlikler, karanlıklar ve çarpıtmalar demeti var. Bunun görünen kısmını değerlendirmek istediğinizde -eğer hakkaniyet sizin için namus meselesi ise- her iki cephe de midenizi bulandırır! Taraflar savundukları tezlerle değil, karşısındakilerin saldırılarıyla makbul hale gelirler. İktidar yapıp söyledikleri ile değil, karşı tarafın yapıp söyledikleri yüzünden size mağdur ve haklı görünür. Rektör ve savunucuları da tezleri ile değil mesela Başbakan'ın suçlamaları sayesinde hak edilmemiş bir güç kazanırlar. Demetin görünmeyen kısmını değerlendirmek isterseniz, henüz kanıtlanmamış bazı bilgiler yüzünden rektör Aşkın hakkında benimkiler gibiciddi şüpheler taşısanız bile bu araştırma ve infaz sürecini hoş karşılamazsınız. Ortada bir 'gizli bilgi' geziyor veya gezdiriliyor: - Derin ağabeyler rektörün bazı bağlantı ve çalışmalarında çok önemli bir 'milli mesele' açısından sakıncalar belirlemişler. Mevcut yasalar ve AB sürecinin oluşturduğu iklimde bu sakıncaları sakınca saymak bile tepki göreceği için daha somut bir suçlama tercih ediliyor. Nicedir duyumunu aldığım 'milli mesele' iddiasının neyi içerdiği, bir milletvekilinin 'rektör Ermeni kökenli' sözü ile de açıklık kazandı. Gülünç ama gerçek; yaşanan süreç ne yargı süreci, ne de değil! Zanlının masumluğundan şüphe ediyorsunuz ama onun suçunu araştıranları da masum hissedemiyorsunuz! Başkalarına haksızlık etmekten sakınma kültürünün yok edildiği bir ülke, değil hukuk devleti, en ilkel türüyle dahi devlet olamaz! Hakkaniyet duygusunu yitirdiğimiz içindir ki, elle atılan gol benim takımıma puan kazandırıyorsa hakem hatalıdır, kaybettiriyorsa satılmıştır! Bu çöküş okumuş yazmışlar için de geçerlidir: - Yargı ideolojik olarak benim çizgimdeyse kutsaldır! - Mahkeme lehime karar veriyorsa adildir! İnsan topluluklarının yaşayabilmesi şart olan üç temel nimetin üçüncüsünden bugün artık tamamen yoksunuz: 1) Solunabilir Hava, 2) İçilebilir Su, 3) Güvenilir Yargı.. Havasızlık hemen öldürür, susuzluk birkaç gün içinde öldürür, Güvenilir Yargı yokluğu da birkaç haftada öldürür. Ekmeği dördüncü vazgeçilmez sayabilirsiniz ama Güvenilir Yargı yoksa zaten onu bölüşmeye fırsat bulamadan ölürsünüz! Hava ve suyun ardından özellikle 'adalet' değil de 'Güvenilir Yargı' dedim. Zira 'adalet' zaten insanoğlunun kolayca sağlayabileceği nimet değil. Hele kapitalist toplumlarda adalet fiilen yasadışı, adaletsizlik esastır. İnsanları sistemli şekilde alışveriş sapığı haline getirmeyi öngören pazar anlayışı teorik olarak adaletsizliği zorunlu kılar. Bu yüzden 'Güvenilir Yargı' derken toplumda hiç değilse adaletin aranabileceğine ilişkin umudun var olmasını kastediyorum. Esasen, çarpık taklitçiliğini sürdürdüğümüz batı uygarlığının doğası gereği günümüzde 'Güvenilir Yargı' sadece izafi bir nimettir. İnsanın yaşaması için hava ve sudan sonra hiç değilse görüntüden ibaret bir 'Güvenilir Yargı' bulunmalıdır. Biz artık görüntü planında bile 'Güvenilir Yargı' nimetinden mahrumuz, ekmekten önceki nimetin yalancısı ile dahi avunamıyoruz. Şüphesiz bu ülkeyi elbirliğiyle böyle bir uçurumun kenarına getirdik. Herkesin kendine ait hakikate sahip olduğuna şartlandırıldığı bir ülkede mucizevi hamleler gerçekleşmedikçe asgari yaşanabilirlik ölçütlerine ulaşamayacağız. Atatürk karşıtlığı adına değil, hukuk bilincimizin temellenişindeki arızaları ayıklamak arzusuyla İstiklal Mahkemeleri'nden başlayarak, Yassıada'da iki kere durarak, baştan sona yargıç sicillerini didik didik etmedikçe bu uğurdaki taleplerimiz samimi bir 'bağımsız yargı isteği' dahi sayılmaz. Herkesin kendi yandaşlık hakikatini silah veya uyuşturucu gibi kullandığı bir ülkede kabile ve aşiret kılıklı kurumların toplamı devlet olamaz!
|