Baykal'la hasbıhalden
Sabah yazarları ve yönetimi ile Baykal'ın buluşmasında yer almış ama yazı günüm olmadığı için arkadaşlarla eşzamanlı değerlendirme yapamamıştım. Haber ve yorum sütunlarımızda genişçe yansıtılan bu renkli sohbetten iki gözlemimi paylaşmam bir görev.. Baykal'ı çoğu zaman eleştirmiş, nadiren savunmuşumdur. Aslında bütün siyasilere de böyle davranıyorum. Zira siyasetçiler, yaptıkları yanlışlar ve yapamadıkları doğrular yüzünden öncelikle eleştiriye müstahaktırlar. Onlar ki siyasete adım attıkları andan itibaren yüreklerine sinmeyen benimsemelerle önce kendi kendilerine ters düşerler; inanmadıkları bir sürü iş yaparlar. İlk günden başlayan yalancı tebessümlerle yüz kaslarını iğfal ederek kendi kendileriyle barışık olmaktan çıkarlar! Kilisenin bütün insanlara yüklediği 'suçlu doğmuşluk' sadece siyasetçi için geçerlidir. Bu vadide bir varlık edindiğiniz andan itibaren, önce kendi yüreğinizi zehirlemeye başlamış biri olarak ilk suçunuzu işlersiniz. Kendi kendisiyle barışık olma halini yitiren siyasetçi daimi bir savaştadır. İster iktidarda olsun, ister muhalefette, her ilişkisi bir savaştır. Bu da ona siyahbeyaz bir hayat bakışı yükler, bütün insanları iki saftan ibaret gösterir: Dost ve düşman! Şüphesiz Baykal gibi entelektüel derinliği de olan siyasetçilerde bu siyahbeyazcı şartlanma bütün ruha hükmedemez. Ancak öyleleri dahi dışa karşı siyaset oyununun doğası gereği genellikle siyahbeyazcı davranmak durumundadır. Aydın kişilikleri ile ara renkleri ayırmaya, zıtlıklar arasındaki benzerlikleri ve gelgitleri titizlikle dikkate almaya azami özeni gösterseler bile! Siyasetçi benliğinde, seçim çevresinde, partisinde, ülke genelinde ve bütün dünyada genellikle siyah-beyazcı bir savaşta yaşar ve asla 'mutlak barış adamı' olamaz. Onun için de -yağcılarınki hesap dışı- övgüden çok yergiye muhatap olmak siyasetçinin kaderidir. Aynı şekilde siyaset yorumcusu da bu alanın doğasından etkilenip önce muhalif bakmaya şartlanır. Şahsen öyle bir şartlanma ile Baykal'a da çoğunlukla eleştiri yöneltmekten ruhen hoşnut değilim ama oyunun kuralı bu. Kendime tayin edebildiğim tek teselli kuralı var: - Çoğunlukla eleştirdiğin bu insanların haklı yanlarını içtenlikle savun, haksızlığa uğradıkları anda kalemini kılıç gibi kullan. Muhalefet ve eleştiri kültürümüzün sığlığı yüzünden, konunun ana metninden uzun bir 'şerh' koymanın gülünçlüğünü biliyor ve okurun hoşgörüsüne sığınıyorum. Ancak Baykal'la Sabah'taki sohbetten kaydettiğim iki hassas gözlemi vurgulamak için buna değdiğini düşünüyorum. Baykal burada, çoğunluğu CHP eğiliminde olsa bile yıllardır kendisini eleştirip duran bir grup yazar ve gazeteci karşısında hemen hemen bütün sorulara 'politik kıvırtma' denemesine girişmeden cevap verdi. Bu tavır, merkez çizginin solundaki siyasetçinin muhataplarına daha saygılı olduğuna ilişkin kanaatimi pekiştirdiği için özellikle önemsiyorum. O çizginin sağında ise pek azı hariçliderler tabanlarına ve aydın kadrolarına 'kolayca uyutulabilir avanaklar' güruhu muamelesi yaparlar. Onlar için kendi aydınları, 'liderin sayesinde değerlenen' adamlardır. İlkel lider 'aydınlarımız benden yararlanmalı', uygar lider ise 'ben aydınlarımızdan yararlanmalıyım' der veya en azından öyle görüntü verir. Baykal'la sohbetten altını çizdiğim ikinci kayıt, CHP liderinin, uygulamada değilse bile düşüncede tutarlı demokratlara özgü dileğiydi: - AKP iktidarı doğal sürecini tamamlamalı. Ülkeye çok ağır zararlar vermeden bu deneyin atlatılması çok büyük bir kazanım olacaktır. Tam o noktada 'Yani 28 Şubat gibi manevralar olmadan mı' diye sorduğumda Baykal tereddütsüz 'Evet' cevabını verdi. Hala 'darbe'den söz edilebilen bir ülkede ana muhalefet liderinin bu yaklaşımı aslında tek meşru tutum. Ancak, 'ben muhalefette isem iktidara darbe caizdir' diyenlerin diyarında Baykal'ın bu tavrı erdem değeri kazanıyor.
|