| |
|
|
Boğaz yalılarına sade tebliğciler mi takık ki?
Medyatik isimleri ile "Tebliğciler", Nişantaşı'ndaki kafeler ve barlarda vakit geçirenleri bırakıp, Boğaziçi'nde yalılarda oturanları imana davet etmeye karar vermişler. Bir belediye tarafından kiralandığı söylenen tekneye binip, yalıların önünde hoparlörlerden yalı sakinlerini dine ve imana davet etmişler. Bu tür eylemler Batı kentlerinde de görülür. Ana caddelerde bazen "Kıyamet günü geldi" yazılı pankartlar taşıyan ve yoldan geçenleri günahtan arınmaya çağıran yarı meczup insanları görürsünüz. Bazen karşınıza "Krişna"cılar, bazen "Salvation Army"ciler çıkar. Oralarda İstanbul gibi yalılar bulunmadığı için, bizim tebliğcilerin yaptığını yapmaları imkânsız. Venedik gibi kanallı kentlerde ise, mini saraylarda oturanları dine ve imana davet etmek yerine, aşk sözlerinin seslendirildiği şarkıları söyler insanlar. Aslında benim eski İstanbulum'un Boğaz'ı da bir zamanlar Venedik gibiydi. Ağustos ve özellikle eylül mehtabı tam dolduğu zaman, Münir Nureddin Selçuk, Boğaz'daki mekânlarda konser verir ve "Kalamış"ın arasında "Mehtap Gazeli"ne sıra gelince, denizde birikmiş sandallardan "Allah, Allah" sesleri yükselirdi. "Aheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın,/ Bir âlemi hayâle dalan âb uyanmasın./ Ağuş'u nev-bahâr'da, hâbidedir cihân;/ Sürsün sabâh-ı haşr'e kadar, hâb uyanmasın./ Dursun bu mûsiki-i semâvi içinde saz,/ Leyli tarâb'da bir dahi mızrâb uyanmasın./ Ey gül, sükûtâ varmayı emr-eyle bülbüle,/ Gülşen'de mest-ü zevk olan ahbâb uyanmasın./ Değmez kemâl, uyanmaya ikmâl-i ömr içün,/ Varsın bu uykudan dil-i bitâb uyanmasın." Anlatılan doğruysa bir gece sabaha karşı Münir Nureddin ve arkadaşları bir davetin ertesinde Emirgân'a inmişler. Hava sakin, mehtap büyüleyiciymiş. Münir Nureddin dayanamayıp, sahilden denize doğru, Mehtap Gazeli'ni okumaya başlamış. O sırada Beykoz'da lüferden dönen bir kayıkta kürek çeken balıkçı, bu gazeli duyunca durmuş ve, - Münir misin be adam, diye bağırmış kıyıya. Şimdi bütün bunları post modern tebliğcilere anlatmak tabii ki anlamsız. Onlar ki "Boğaz" denilince akıllarına Yahya Kemal ve Münir Nureddin gelmez, onlara Dario Moreno'nun "Mehtap ve Deniz"ini nasıl anlatırsınız? Tebliğciler böyle de, muhtıracılar farklı mı oluyor sanki post modern çağda? "Boğaz'daki yalılarından denize bakıp ahkâm keserken viskilerini yudumlayanlar" diye başlayan cümleleri hatırlamıyor musunuz? İyisi mi yine bir Yahya Kemal penceresinden Boğaz'a "Siste Söyleniş"le bakarak bu konuyu kapatalım.. "Birden kapandı birbiri ardınca perdeler.../ Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?/ Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden/ Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?/ Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;/ Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri. / Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis'i./ Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi./ Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha;/ -Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua... /Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;/ Hala dağılmayan bu sisin arkasındasın./ Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl/ Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl./ Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,/ Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın."
|