Onurlu bir insana yapılan çok büyük haksızlık
Faruk Günaltay yalnızca başından beri Eurimages temsilcimiz değil, Türk sanatının ve varlığının Avrupa'nın kalbindeki en etkin isimlerden biriydi.
Hep düşünürüm ve imkan bulursam yazar-söylerim: Gazetecilik mesleği kutsal bir meslektir. Yeter ki bu iyi kullanılsın, kimi zaman kimi köşelerde görülen haksız, gereksiz, yersiz ve de zalim davranışlara, insan kimliğini kolaylıkla harcayan ve yıpratan toptancı, temelsiz ve yüzeysel yargılamalara gidilmesin. Her yazı, hatta her satır hesabı kolayca verilecek, iyi bilgi ve yargı kaynaklarına dayandırılsın... Yönetmen Ali Özgentürk'ün Radikal Gazetesi'nin geçen pazar ekinde çıkan yazısı, beni adeta dehşete düşürdü. Yazı, nedense gözümden kaçmış bir yazıya, bizim gazetemizde 6 Mayıs günü çıkmış olan Ömer Lütfi Mete imzalı bir yazıya yanıt niteliğindeydi. Sayın Mete, bu yazısında Türkiye'nin yıllardır üyesi olduğu ve temel amacı Avrupa sinemalarına destek sağlamak olan Eurimages (okunuşu: Örimaj) denen kuruluştaki temsilcimiz olan sevgili bir dostumun, Faruk Günaltay'ın yeni kültür bakanı tarafından görevden alınmasına alkış tutuyor ve Günaltay hakkında ağır suçlamalarda bulunuyordu: Onu "15 yıl boyunca birkaç nitelikli yapım dışında genellikle Türkiye'nin en kötü ve geri yanlarını konu alan filmlerin destek bulmasındaki birinci etken" olarak niteliyor, buna örnek olarak da en son Örimaj desteği alan Kutluğ Ataman'ın "Palto" adlı projesinin "Türkleri rencide edecek bir yapım" olduğunu savlıyordu.
SİNEMAYA ÇOK EMEĞİ GEÇTİ Doğrusu ne bu yazıyı, ne de sevgili Can Dündar'ın Faruk'u savunan Milliyet'teki yazısını okumuş değildim. Onun için Özgentürk'ün yazısını okurken gözlerime inanamadım. O Faruk Günaltay ki, eski başbakanlardan Şemsettin Günaltay'ın soyundan gelen gerçek bir Türk vatanseveriydi. Türkiye'yi yıllarca ikna etmeye uğraşıp sonunda başararak Örimaj'a üye eden ve yıllar boyu, sayısız filmimizin yapılmasına imkan sağlayan oydu. Ki bu filmlerin arasında "Eşkiya"dan "Karşılaşma"ya, "Hoşçakal Yarın"dan "Ağır Roman"a, "Şahmaran"dan "Mavi Sürgün"e, "Aşk Ölümden Soğuktur"dan "Usta Beni Öldürsene"ye, "Akrebin Yolculuğu" ndan "Kaçıklık Diploması"na, "İnat Hikayeleri" nden "Çamur"a, "Hamam"dan "Kayıkçı"ya, "Güneşe Yolculuk"tan "Hiçbir Yerde"ye, "Nihavend Mucize"den "Güle Güle"ye, "O Da Beni Seviyor" dan "Seni Seviyorum Rosa"ya son yılların en önemli filmlerinin çoğu vardı. Ömer Lütfi Bey'e göre "Türkiye'nin en kötü ve geri yanlarını gösteren" filmler işte bunlardı. Ama Ömer Lütfi Bey yanılıyor. Yalnızca Faruk Günaltay hakkında değil. Günümüz Türkiye'sinin karışık ve değerlerin allak-bullak olduğu ortamında bile, bir yazıyla öyle bir insanın harcanabileceğini sanmakla da yanılıyor. Elbette gülerek "işte harcandı gitti ya" diyebilir. Çünkü bakanlık kararının ardında, kuşku yok ki iktidara yakınlığı dolayısıyla bizzat kendisi var. Ama bence, asıl harcanan Günaltay olmadı. Onun bilgi ve deneyiminden artık yararlanamayacak olan Türk sineması oldu. Gerçekten yazık... Çünkü Günaltay, yalnızca başından beri Örimaj temsilcimiz değil, Türk sanatının ve varlığının Avrupa'nın kalbindeki en etkin temsilcilerinden biriydi. Ömer Lütfi Bey'in olasılıkla bilmediği ve öğrenmeye de kalkışmadığı biçimde, Avrupa Parlamentosu'nun gayri-resmi başkenti olan Fransa'nın Strasbourg kentinde, yönettiği Odyssee adlı sinema salonunda yıllardır Türk filmleri festivali yapıyor. Sonra Paris'te de yinelenen bu mütevazı ama etkili şenlikte Türk filmlerini Fransa'nın aydın kamuoyuna tanıtıyordu. Bu festivale yıllar boyu sayısız Türk sinemacısı çağrıldı. Ben de iki kez gittim. Onun o salonu nasıl bir Türk dostluk ve sempati yuvası haline getirdiğini bizzat gördüm. Bir keresinde Türkan Şoray'la birlikteydik ve onun yalnız Strasbourg'dan değil, tüm çevreden, yani Alsace yöresinden gelen sayısız Türk'le nasıl sarmaş-dolaş olduğunu, birçok Fransız medya mensubu saptamıştı. Günaltay, Odyssee sineması ve festivali, verdiği dersler ve sürekli yaptığı yayınlarla Türkiye'yi Fransa'da sürekli tanıttı ve en zor dönemlerde bile, bizim için bir dostluk halesi yaratmayı bildi. Onun hak ettiği şey görevinden alınmak değil, bir devlet nişanı olmalıydı. Günaltay yıllar boyu her görüşten, her ideolojiden filmlere arka çıktı. Yeter ki belli bir özelliği olsun, sanatsal bir değeri olsun. Onun yalnızca "geri ve kötü Türkiye" imajını desteklediğini söyleyenler, acaba Osmanlı ve de yakın tarihimize eğilen "İstanbul Kanatlarımın Altında"dan "Kuşatma Altındaki Aşk"a, "Harem Suare"den "Sen De Gitme"ye birçok film üzerine ne söyleyecekler? Aslında Ömer Lütfi Bey yazısının sonunda, bu yazıyı niçin yazdığını itiraf ediyor. İçtenlikle, samimiyetle... Şöyle diyor: "Senaryosunu İsmail Güneş'le birlikte yazdığım, Türkiye'nin dünya çapında önemli ama bilinmeyen kültür kahramanı Siyahkalem'i anlatan film projesi, Faruk Günaltay döneminde destek bulamamıştır. Bu kaydı, 'kuyruk acım olduğu için' böyle bir yorum yaptığımı söyleyebilecek kişilere, peşin malzeme vermek üzere koymuş bulunuyorum". Evet, samimi ve sıcak. Güzel şey... Ama ne yazık ki bu peşin itiraf, yazının temelde bu nedenle yazıldığını düşünmemize engel olamıyor. Ve ayrıca Ömer Lütfi Bey, Günaltay'ın Türkiye'den gelen tüm projeleri tek başına geçirme yetkisine sahip olduğunu sanarak da büyük hata ediyor. Tekrar ediyorum, Günaltay'a yapılan büyük bir haksızlıktır. Hemen tüm yönetmenleri Örimaj'dan destek almış Türk sinemasının bu olayı protesto için ayağa kalkmaması şaşırtıcıdır. Ve ayrıca bu durumda, bu görevi bundan böyle ortaklaşa yürütecekleri anlaşılan ve aslında çok sevdiğim iki dostumun, Ahmet Boyacıoğlu ve İhsan Kabil'in önünde de bence tek yol kalıyor: İstifa. Çünkü böylesine bir haksızlığın üzerine kurulu bir görevi alıp yürütmek, eminim ki onların da vicdanını rahatsız edecektir.
|