|
Bence Fazıl Say bir uzaylı olabilir
|
|
İstanbul Caz Festivali yine birbirinden etkileyici isimleri konuk etti. Ama Fazıl Say'ın o muhteşem konserlerinden birini izlerken, bu dünyadan çıkıp başka dünyalarda mı dolaştığını merak ediyorum.
İstanbul gecelerini son aylarda müzik aydınlatıyor. Festivallerin, konser serilerinin biri bitiyor, biri başlıyor. Yedi tepeli kentte geceleri müzik yansıyor: Kentin karmaşık kimliğine uygun biçimde çok farklı müzikler, çok değişik tınılar... Ama son yıllarda hep olduğu gibi, bu genel karmaşanın içinde artık Batı'nın, giderek dünyanın kimi en önemli sanatçıları da var. Bizleri dünya standartlarıyla buluşturan, bir dünya megapolünde yaşadığımıız hissettiren... Böylece artık biten 12. İstanbul Caz Festivali'nin gecelerinden birinde, ilk kez Elvis Costello'yu dinledim, "hayatı bir roman" sayılabileceklerden olan bu ünlü İngiliz şarkıcısını... Konserine gelmeden önce, biraz hayretle şunu farketmiştim ki, bende albümü olmayan çok sayılı ünlülerden biriydi. Niye acaba diye kendi kendime sordum. Yanıtı konserdeydi. 1954 doğumlu sanatçı, müziğin her türünü denemişti, herbirinde çok başarılı olmuştu. Country'den blues'a, rock'n roll'dan soul'a, new vawe'den caz baladlarına... Ve bu kadar çeşitlilik ona yaramamış, insanlar onu Sezen Aksu'nun dediği gibi "kategorize edememişlerdi." Kendi adıma onu ünlü "I Want You" şarkısında veya adaşı Elvis Presley'in "Suspicion Minds"ının inanılmaz bir yorumunda dinlerken, geç de olsa tanıdığıma çok sevindim.
İKİ GÖRKEMLİ KADIN SESİ Bir başka gece, Tori Amos'un dünyasına girdik. Bir rahibin kızı olup çok genç yaşta tecavüze uğrayan, mistik ve felsefi görüşlerini şarkı sözlerine yansıtan, Marianne Faithful, Kate Bush ve Loreena McKennitt'in bir karması gibi gözüken bu gizemli kadın, 40 yaşını aştığı şu günlerde, özel olarak ayarlanmış sanki tanrısal bir ışık içinde ve aynı anda iki piyanoyu birden çalmayı denediği bir show atmosferinde, bize dünyasını anlattı. Bir tür vokal newage havasına girdik sanki. Ve müziğine çok katılmasak da biraz büyülendik. Bir diğer gece, Sirkeci'deki Sepetçiler Kasrı'nın bildiğim kadarıyla ilk kez konserlere ayrılan açık mekanı içinde, Meksika'dan gelen Lhasa'yı dinledik. Mikrofonda İngilizce konuşan ama şarkılarının büyük çoğunluğunu İspanyolca söyleyen bu gizemli genç kadın, bizleri yine garip bir aleme alıp götürdü. Şarkılarında Latin tınılarıyla sanki çingene müziğinin çılgın havası birbirine karışıyor ve ortaya, biraz da Balkan etkileri taşıyan bir tür "dünya müziği" çıkıyordu. Ve tüm bu parçalar, Haliç martılarının çığlıkları ve de Sirkeci Garı'na gelip giden trenlerin komşuluğuyla çalınıp söyleniyordu. Müzik bir süre sonra biraz monotonlaştı ama gece yine de görkemliydi. Reeves'i Türkiye'ye birçok kez geldiği halde izleyememiştim. Bu yıl kısmet oldu. Cazın bu modern tanrıçası, bizlere öncelikle doğaçlama yeteneğini gösterdi: Hatta İstanbul izlenimlerini ve özellikle Mısır Çarşısı'na ne kadar hasta olduğunu bile müzikle anlattı! Caz standartlarına rağbet etmedi (oysa bendeki iki albümünde onları söylüyordu), yeni ve az bilinen besteleri dile getirdi. Ama finalde, gerçekten görkemli bir grup olan İstanbul Superband eşliğinde iki klasiği yorumladı. Çıkarken konuştuğum Şakir Eczacıbaşı'yla aynı fikirdeydik: Bu kadın, bu dev Türk orkestrası eşliğinde bir albüm yapsa ne hoş olurdu!
50 YIL ÖNCESİNİN FİLMİ Ve de caz festivalinde bir parantez açıp, Fazıl Say'ın ENKA'da verdiği konseri izledim. Bu ertelenmiş konseri özellikle istiyordum çünkü Say benim en sevdiğim Beethoven piyano sonatı olan Appassionata ile Gershwin'in "Mavi Rapsodi"sini aynı program içinde eriten bir program sunuyordu. Beethoven elbette muhteşemdi. Sırf piyanoya uyarlanmış versiyonuyla "Rhapsody in Blue" da öyle. Özellikle bu eseri izlerken, zihnim gerilere, yarım yüzyıl öncesine gitti. Daha 10 yaşlarında bir veletken, ben "Rhapsody in Blue" ve "An American in Paris" süiti dahil tüm Gershwin müziğini, bizde de oynayan "Paris'te Bir Amerikalı" adnı ünlü müzikal filmden öğrenmiş değil miydim? Ve o filmde bu iki ünlü modern klasiği büyük orkestra önünde çalan piyanist, asık suratlı çocuk yüzüyle Oscar Levant, ne denli Fazıl Say'a benziyordu... Sanki zaman durmuştu ve ben, yarım yüzyıl önceki deneyimi bu kez canlı olarak yaşıyordum.
DİNSEL AYİN GİBİ O konserde, Say hakkında eskiden düşündüğüm bir şey yine aklıma geldi. Fazıl Say her zaman olduğu gibi yerinde duramıyor, özellikle sol kolu her boş kaldığında garip şeyler yapıyordu. Örneğin ileriye, piyanonun içine doğru uzanıyor, havada daireler çiziyor ya da yeri gösteriyordu. Say arada başını da geri atarak arkada oturan seyircilere ya da yere bakıyordu. Bir garip ritüel, sanki bir dinsel ayini hatırlatan jestler ve bakışlar. Ve o akşam yine düşündüm: Acaba Fazıl Say görkemli konserlerinde, bu dünyadan çıkıp biraz başka dünyalarda mı dolaşıyordu? Örneğin, sol eliyle bizim göremediğimiz bir uzaylının elini sıkıyor, toprağın altında yine bizim göremediğimiz birşeylere mi bakıyordu? Kısacası, bu olağanüstü müzisyen acaba bizzat bir uzaylı mıydı?
|