|
Sahnenin büyücüsü
|
|
Ölümü Türk medyasında pek yankı bulmayan Mehmet Ulusoy için Le Monde Gazetesi "sahnenin büyücüsü" diye yazdı.
Mehmet Ulusoy da öldü. Türk ismini dışarıda duyurmuş ve evrensel düzeyde büyük başarı kazanmış sayılı sanatçılardan biriydi. Ama ne yazık ki ölümü medyanın genelinde, bu önem oranında yankı yapmadı. Ulusoy, büyük bir tiyatro adamıydı. Ama aynı zamanda tam bir gezgin ruhtu, ezeli bir göçebeydi. Hayatının önemli bölümü Paris'te geçti, birkaçı resmi evlilikler olan birçok kadınla birlikteliğinden hiç çocuğu olmadı. Galiba istemedi de... Hep bohem hayatı sevdi, sıkı bir içkici oldu. Ama tiyatro onun için her şeyin üstünde ve ötesindeydi. Tüm yeteneğini ve enerjisini ona yöneltti ve bu alanda harikalar yarattı. 1942 İzmir doğumlu, Galatasaray mezunu Mehmet Ali Ulusoy, 19 yaşında Ulvi Uraz'da sahneye çıktı. İki yıl sonra Paris'te Sorbonne'a girdi ve tiyatro eğitimi aldı. Milano'nun ünlü Piccolo Teatro-Küçük Tiyatro'su, Berliner Ensemble gibi efsanevi tiyatrolarda Roger Planchon, Giorgio Strehler gibi devlerin yanında çalıştı. Yeniden Türkiye'ye döndüğünde, sokak tiyatrosu eylemlerine katıldı.
FRANSA'YI TEMSİL ETTİ Ulusoy, 1972 yılında Paris'te Özgürlük Tiyatrosu adıyla kendi tiyatrosunu kurdu. Aziz Nesin, Nazım, Ritsos gibi isimlerin şiirlerinden derlediği "Geleceğin Destanları"yla büyük ün yaptı. Ardından onu tüm Avrupa'da tanıtan "Sevdalı Bulut" geldi, Nazım uyarlaması bu oyunla Fransa'yı ünlü Venedik Bienali'nde temsil etti. Brecht'ten uyarladığı "Kafkas Tebeşir Dairesi" ve "Bencil Hesapların Buzlu Suları"nda, sonra Akileus'tan Shakespeare'e klasik, Dario Fo'dan Yaşar Kemal'e çağdaş yazarlardan parlak uyarlamalarda hep şaşırttı ve tiyatroya yeni boyutlar kattı. Onun Türkiye'de "Sevdalı Bulut" ve "Kafkas Tebeşir Dairesi" temsillerini izlemiştim. Masklar, projeksiyonlar, gölge-ışık oyunları, ortaoyunundan 'commedia dell'arte'ye çeşitli geleneksel tarzlardan aldığı esinler, farklı müzik ve dans kullanımlarıyla, onun sahnesi adeta bin bir renge bürünmüş bir sirkti, bir cümbüştü, bir şenlikti. Ve 1986 yılında yollarımız karşılaştı, o yanında o zamanki eşi, oyuncu ve dramaturg Cemile Salah'la birlikte Cumhuriyet Gazetesi'ne beni ziyarete geldi. Bir konuşma yaptık. Şimdi bu konuşmadan kimi bölümleri vermek istiyorum. Ulusoy bana o sıralarda Paris'te yaptıklarını şöyle özetlemişti: "En son Hemingway'dan 'İhtiyar Adam ve Deniz'i sahneledim. 15 yıl kadar önce Bodrum'da Sencer Divitçioğlu ve Deli İbrahim denen bir kaptanla oturup içiyorduk. O bana 'Niçin İhtiyar Adam ve Deniz'i sahnelemiyorsun?' demişti. Onun ölümünü haber alınca bu konuşma aklıma geldi ve işe koyuldum. Biliyorsun, arkamda devlet sübvansiyonu var. Buna rağmen zor oldu. Denizi, dalgaları, fırtınayı sahneye taşımayı denedik. Galiba da başardık. Başta yaşlı adamın kulübesi var. O birden açılıyor, parçalanıyor. Bir balık iskeleti veya ona benzer bir şeye dönüşüyor. Ve balıkçı burada bir insanın varabileceği en uç noktaya varıyor, kendisiyle baş başa kalıyor." Ulusoy öyle bir anlatıyordu ki, oyunu görür gibi oluyordunuz. Bunca başarıdan sonra tiyatroda tüm istediklerini gerçekleştirebilmiş miydi? "Hayır. Öyle olsaydı bırakırdım." Tiyatroda biçim-öz ilişkisini soruyorum: "Diyalektik bir ilişki bu. Gerçek sanatçı bu ilişkinin tam göbeğinde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Nazım'a sosyalist gerçekçilik konusunda ne düşündüğünü sormuşlar. 'Benim için bunun en önemli örneği, Picasso'dur' demiş... Sanatın temel işlevi, insanı ve de dünyayı değiştirmek. Bunu yapan her çaba devrimcidir ve önemlidir." Paris'te tiyatro yapmak nasıl bir şeydi? "Sürekli bir yarış gibi. Hep en iyisini yapmak ve sürekli kendini aşmak gerekiyor." Ulusoy, 14 yıldır Paris'te tiyatro yaptığını ama öz kültüründen hiç kopmadığını söylüyor. Oyun seçiminin onda uzun zaman içinde oluşan anılardan, izlenimlerden kaynaklandığını belirtiyor. Eşi Cemile ise onu 'modern tiyatronun Fellini'si' diye niteliyor, gerçekçi olmaktan çok, görüntülerle belli heyecanları ve duyarlılıkları kışkırtmayı amaçladığını ekliyor. Mehmet, Türk seyircisi için de şöyle diyor: "Böylesine bir kültür birikimine, böylesine bir soyutlama geleneğine sahip bir halk, elbette iyi bir seyircidir." İşte bunları konuşmuştuk. Yıllar, yıllar sonra, Ulusoy ülkesine dönmüş ve Antalya'da bir oyun sahnelemek için oraya gitmişti. İki yıl kadar oluyor. O sırada bir kanalda, onun da baş rollerinden birini oynadığı bir Fransız filmi gösterilmişti: "Comme un Poisson hors de l'Eau- Sudan Çıkmış Balık Gibi." Herve Hadmar imzalı bu 1999 yapımı filmde, yine Türkiye doğumlu olan Tcheky Karyo ve Monica Bellucci'yle birlikte rol almıştı.
FİLMİ BENDE KALDI O aralar Ulusoy beni Antalya'dan aradı. Filmin oynaması onun için de sürpriz olmuştu. Hiç görmemişti filmi, "Bir kasetini bulabilir miyim?" diye sordu. Ben de "tv8'den bulmaya çalışırım" dedim. Buldum da... Ricamı kırmadılar, bir kasete çekip yolladılar. Ama baktım, Mehmet'in bende telefonu yok. "Bir bilenden alırım" dedim, "Nasıl olsa karşılaşırız" dedim. Ama olmadı. Zaman akıp geçti ve o, hiç bilmediğimiz bir hastalıktan, kanserden tedavi görürken, Paris'te kalp krizi geçirip öldü. Ardından Fransız basınında hayli yazı çıktı. Le Monde onun için "sahnenin büyücüsü" derken, Fransa kültür bakanı da övücü bir bildiriyi "Gelecek onun gibi bir özgür yaratıcının izlerini koruyacak" diye bitirdi. İşte böyle. O film ve o kaset bende kaldı. Onu izleyecek ve izleteceğim. Bu büyük tiyatro emekçi ve dehasına selamlar olsun...
|