|
|
|
|
|
Fasl-ı şahane gibi bir hayat
|
|
Şarkılarıyla dört kuşağı içmeden sarhoş etti o. Akşamcılar için rakının yanındaki Çorum leblebisi oldu. Elbette Müzeyyen Senar'dan bahsediyoruz.
Fasl-ı şahane gibi bir hayat
Şarkılarıyla dört kuşağı içmeden sarhoş etti o. Akşamcılar için de rakının yanındaki tuzlu Çorum leblebisi oldu. Elbette Müzeyyen Senar'dan söz ediyoruz. "Keyif" denince ondan başka kim akla gelebilir ki?.
Bayağı uzmanlık gerektiren bu portrede çok dikkatli olmam, ayrıntılarında bile sıfıra yakın hatayla kaleme almam gerekiyor. Zira sayıları -ne yazık ki- azalmış da olsa Türk Sanat Müziği tutkunlarının si bemol'den gönül tellerini titretecek bu zamanda yolculuğu, ufacık bir falsonun bile düşkırıklığına dönüştüreceğini biliyorum. Dahası, Türk Sanat Müziği dediğimiz deryanın müthiş dalgıçları olan sevgili dostlarım, değerli ağabeylerim Mehmet Barlas, Rauf Tamer ve Tevfik Yener'in sitem zıpkınlarından korunmam şart. Yoksa öyle yaralar açarlar ki "dil"imde, "Lokman bulamaz derdime çare." İstediğin kadar feryat et, "Yetiş ey gamze yetiş imdade" diye; boşuna. Maazallah- Maazallah...
1959 Mayıs'ında ilk hafta sonunun akşam saatleri. Maksim Gazinosu'nun önü ana-baba günü gibi. Ağır bir kışın uykusundan yeni uyanmakta olan İstanbullular, Sıraselviler dönemecindeki o binadan neredeyse Taksim Meydanı'ndaki heykele kadar uzanan kuyrukta sabırla bekliyorlar. 1941'de 14 yaşında Erzurum'dan gelip Yeniköy'de bir gazinoda komi olarak hayata atılmış ve 4 yıl sonra patronluğa tırmanmayı başarmış Fahrettin Aslan hem keyifli hem heyecanlı. 6 ay önce anlamlı bir günde, 29 Ekim 1958'de İstanbul gece hayatına "merhaba" demiş olan Maksim, o bahar akşamı da kuralını uyguladı: Saat tam 19.00'da kapılarını kapattı. Zaten tüm masalar dolmuştu. Sadece balkonda genişçe bir masa boş tutuluyordu. Ama o da günler öncesinden ayırtılmıştı. Uvertürler, alt kadrodakiler sıralarını savdılar. Ama işlerinin hakkını vererek. Gece 23.00'ü biraz geçe sahne hareketlenmeye başladı. Assolist için hazırlık yapılıyordu. Tam ortaya konulmuş mikrofonun iki tarafına yeni sandalyeler getirildi. Ses düzeni kontrol edildi.
"Ben çok duygusaldım. Şarkı söylerken kendi sesim kendime dokunurdu, ağlardım. Şimdi öyle duygulu, yüreğimi oynatacak bir ses bilmiyorum. Müzeyyen farkı dedikleri bu olsa gerek." (Müzeyyen Senar) O sırada balkondaki boş masanın konukları göründü. Müşterileri rahatsız etmemek için bahçe kapısından girmişlerdi. Dikkati çekmemeye çalışarak yukarı çıktılar. Ama mümkün müydü fark edilmemeleri? Bir alkış tufanı koptu. Ardından can- gönülden "Başbakan.. Başbakan" sevgi gösterileri. Briyantinli saçları özenle arkaya taranmış Adnan Menderes eğildi sonra iki elini havaya kaldırıp gazinoyu tıklım tıklım dolduranları selamladı. Ona eşlik edenler de: Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) Ahmet Tevfik İleri, ondan önce bu görevi yürütmüş olan Çanakkale Milletvekili Emin Kalafat, İstanbul Valisi Ethem Yetkiner, birkaç İstanbul milletvekili ve de kent yöneticilerinin önde gelenleri. Anlayın canım; belediye başkanı, emniyet müdürü, falan filan.
MENDERES'İN KAZA ŞOKU 17 Şubat 1959'da Kıbrıs görüşmeleri için gittiği Londra'da, aralarında Server Somuncuoğlu, Kemal Zeytinoğlu, Şerif Arzık, Abdullah Parla ve Muzaffer Ersü gibi Demokrat Parti'nin önde gelen siyasilerinin ve bürokratlarının da bulunduğu 16 kişinin can verdiği uçak kazasının şokunu yeni yeni atlatıyordu Menderes. Garsonlar o şeref masasını beyaz peynir, kavun, cacık, patlıcan kızartması, salatalık, meyve tabağıyla donatırken ve soğutulmuş rakı şişesinden buğulu kadehlere servis yaparken, saz heyeti sahnede yerini aldı: Hakkı Derman, Selahattin Pınar, Sadi Işılay, İsmail Şençalar, Yorgo Bacanos, Kadri Şençalar, Şükrü Tunar, Necdet Gezen, Fevzi Aslangil... (Tanrım; Türkiye bir daha böyle bir kadro görebilir mi acaba? Cevabı o günlerin tanığı Orhan Boran versin.) Yıllardır birlikte çalıştıkları için kaş-göz işaretiyle anlaşan virtüözler topluluğu, kısacık bir akorttan sonra Tatyos Efendi'nin hüseyni saz semaisini icra etmeye başladı. Masalarda çatalbıçak sesleri iyice azalmıştı. Musikiye, sanata, sanatçıya saygı vardı zamanlar. Saz heyetinin "es" demeye hazırlandığı sırada assolist göründü ve billur sesinden dökülen hüseyni şarkı salonun sütunlarını sarsmaya başladı: "Fariğ olmam meşreb-i rindaneden / Yüz çevirmem nafile peymaneden / Zemdekiçe halet-i mestaneden / Çıkmam Allah etmesin meyhaneden..." Yesari Asım (Arsoy) Bey'in bir sabah namazı sonrası Setüstü'nde bestelediği ağır aksak usulündeki bu iliklere işleyen bestede, gazino müşterilerinin tümü gibi Menderes de kadehini kaldırdı, assolist Müzeyyen Senar da Başbakan'ı hafifçe ama saygıyla eğilerek selamladı. (Menderes içkisinden bir yudum aldıktan sonra çatalını beyaz peynire uzatırken "Aslında meze olarak Müzeyyen Hanım'ın sesi yeter. Değil mi Ethem Bey" dedi gülümseyerek. Yetkiner kızardı; o tarihte Müzeyyen Senar'la aşkları dillere destandı.)
"Çayeli'nde bir lokantaya girerken bir adam üstüme doğru yürümeye başladı. 'İşte sonunda geldin' diye söylenip duruyordu. Örtü, yazma sattığı el arabasının çekmecesinden bir plağımı çıkardı, 'Bir gün nasılsa gelip bunu imzalayacağını biliyordum" diye önüme uzattı.' (Müzeyyen Senar'ın anılarından)
Başbakan'ı bir süre izleyen Senar 23 yıl öncesine gitti. (1936'nın son ayında -ilk- eşi, hayatının sonuna kadar kullanacağı soyadının sahibi Ali Senar'la evlerinde akşam yemeğine hazırlanırken kapı çalmıştı. Hiç tanımadıkları iki kişi vardı karşılarında. Biri son derece yumuşak ve nazik bir üslupla, "Rahatsız ettik" demişti, "Kusura bakmayın. Gazi Paşa Hazretleri sizi görmeyi arzu ediyor. Bizimle teşrif buyurursanız. Tabii eşiniz beyefendi de...") Anıları film şeridi gibi akıp giderken ikinci parçaya başladı. Şevki Bey'in curcuna usulündeki hüseyni şarkısı: "Nedir bu haletin ey mah cemalim / Aman söyle perişan oldu halim / Tükendi akl-ü endişem hayalim / Nasıl kıydı sana ol kanlı zalim." (Dolmabahçe Sarayı'na götürülmüşlerdi. Uzun bir masanın çevresinde dönemin tüm anlı-şanlı kişileri oturuyordu. Atatürk ortada. Yaver, Müzeyyen Hanım ile Ali Bey'i takdim etmişti. Atatürk başını kaldırıp o zamanlar 18 yaşında olan Senar'a bakmış, ensesine topladığı saçlarına takıp yüzünü buruşturmuş, "Bu hal ne" demişti. Sonra yaveri el işaretiyle çağırmış, kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Yaver de "Başüstüne efendim" dedikten sonra Senar ve eşinden kendisini takip etmelerini istemişti. Bir odaya girmişlerdi. Yaver "Merak etmeyin, berberimiz sizin saçınızı ve eşinizin bıyığını kesecek" demişti. Gülerek. Berber küçük hanımın saçlarını epey kısaltmıştı. Salona dönüşlerinde, "İşte oldu" demişti Atatürk, "Ben çağdaş Türk kızını böyle hayal ediyorum, böyle düşünüyorum..."
ATATÜRK HİCAZ SEVER O gece hangi makama ağırlık vermişti? Biraz düşündü, hatırladı; Batı ezgilerine yakın nihavend ve rast sonra Atatürk'ün sevdiği hicaz, mahur ve nişaburek... Parmağının ucuyla gözlerinin nemini silerken üçüncü şarkıya sıra gelmişti: Zeki Duygulu'nun o sıralar pek sevilen hüseyni eseri. Usulü müsemmen: "Hem cemalin gösterip / Çekmek olur mu kendini / Böyle aşkın ıstırabı / Öldürür her dem beni..." Sonra Tamburi Ali Efendi'nin "Senden bilirim yok bana bir faide ey gül", ardından Şerif İçli'nin sözleri Mehmet Akif Ersoy'a ait hüseyni şaheseri: "Ezelden aşinanım ben / Ezelden hem zebanımsın / Beraber ahde bağlandık / Ne olsa yar-i canımsın..." Hakkı Derman geçiş taksimine başlarken kulise gitti. Birkaç dakika soluklanmak için. Komilerden biri kucak dolusu çiçekle geldi. Bir kartvizit vardı: "Canıma. E.Y." Hem sevindi hem burkuldu. "Beraber ahde bağlandığı" sonra bir sabah iki satırlık bir yazı bırakıp kaybolan üçüncü eşinin ateşi düştü yüreğine. O aşk da kartvizit iliştirilmiş çiçeklerle başlamıştı. (1935'te hayatını birleştirdiği, Atatürk'ün huzuruna birlikte çıktıkları ve ilk çocuğu Ergun'un babası Ali Senar'la yolları çabuk ayrılmıştı. 1943'te Ercüment Işıl'ın evlenme teklifine "evet" demişti. Ondan da iki çocuğu olmuştu: Oğlu Ömer ve adını Muğla türküsü "Ferahi"den esinlendiği kızı Feraye. Ne var ki o yuva da birkaç yılda dağılmıştı. Sonra Suudi Arabistan'ın Ankara Büyükelçisi Tevfik Hamza'yla tanışmıştı. Sanki yıldırım aşk. 1951'de Beyrut'ta imam nikahıyla evlenmişlerdi. Şahidi Semiha Şakir'di. Basın konuyu diline dolayınca, 1953'te resmi nikah da kıymışlardı. 1955'te Hamza'nın görev süresi dolmuştu. Büyükelçi sevgili eşini kariyerine değişmeyeceğini söyleyip duruyordu. Ama Senar bir sabah uyandığında kısa bir not vardı makyaj masasında: "Böyle ayrıldığım için affet. Seni ne çok sevdiğimi biliyorsun." Bir daha haber alamamıştı.) Sazlar Tab-ı Mustafa Efendi'nin beyati yürük semaisine başlamışlardı. İç çekerek kalktı, sahneye yöneldi. Görülür görülmez yükselen alkışlara elini kalbinin üstüne koyarak teşekkür etti ve Dede Efendi'nin beyati şarkısıyla ikinci bölüme başladı: "Bir gonca femin yaresi var ciğerimde / Ateş dökülse yeridir ah serimde / Her lahza hayali duruyor didelerimde / Takdir ne çare bu da varmış kaderimde." Dede Efendi'nin 1805'te oğlu Salih'in ölümü üstüne yaptığı bu iliklere işleyen besteyle kazada yitirdiği dostlarının acısı kamçılanan Menderes gizlemeye çalıştığı gözyaşlarını silerken, anılar bombardımanı altındaki Müzeyyen Senar da hem okuyor, hem "gençlik" yıllarında dolaşıyordu. (İstanbul Radyosu'nun Büyük Postane'nin üstündeki daracık yeri geldi gözünün önüne. 1932 yılıydı. Şark Musiki Cemiyeti'ndeki hocalarından, Resneli Niyazi Bey'in akrabası Kemal Niyazi Sayın'ın teşvikiyle Radyo'da programa başlamıştı. Haftada bir. Perşembe günleri. Kısa sürede geniş bir dinleyici kitlesi kazanmıştı. Programının tiryakileri arasında o dönemde İstanbul'un bellibaşlı gazinolarından 10'uncu Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzade de vardı. Gazinonun adından herhalde anladınız; Türkiye o sıralar Cumhuriyet'in 10'uncu yılını kutluyordu. Coşkuyla ve gururla: "Çıktık açık alınla / On yılda her savaştan / On yılda 15 milyon genç / Yarattık biz her yaştan...'' Dervişzade Gazinosu'nun 1933 yaz sezonu yıldızlar kadrosuna Müzeyyen Senar'ı da kattı. Gecede 10 lira ücretle.) Güftesini Recaizade Mahmut Ekrem'in yazdığı Rahmi Bey'in ağır aksak usulündeki beyati şarkısına geçti: "Gül hazin bülbül perişan bağ-ı zarın şevki yok..." Çok genç, sadece 31 yaşında hayata veda eden Şevki Bey'e bir ağıttı bu. (Belvü'de öyle ünlenmişti ki, İstanbul'un tüm gazinoları teklif için sıraya girmişti: Gar, Bebek, Çakıl. Sonra İzmir Fuarı... Sahnelerin 15 yıl boyunca rakipsiz yıldızı olacaktı.) Yahya Kemal Beyatlı'nın ünlü şiirinden Selahattin Pınar'ın curcuna usulündeki beyati bestesini okumaya başlarken belli belirsiz iç çekti: "Kalbim yine üzgün seni andım da derinden." Derken Rakım Elkutlu'nun gönüllere sararmış yapraklar döken eseri: "Ne bahar kaldı, ne gül, ne de bülbül sesi var." Ve nihayet sözleri Rüştü Şardağ'a ait, Fehmi Tokay'ın insanı tül gibi saran beyati şarkısı: "Benzemez kimse sana tavrına hayran olayım / Bakışından süzülen işvene kurban olayım / Lütfuna ermek için söyle perişan olayım / Bakışından süzülen işvene kurban olayım..."
YASAK AŞKIN KURBANI Sahnelere onun getirdiği yenilik olan uzun kordonlu mikrofonla masalar arasında dolaşmaya başladı. "Gitme zamanı geldi" dedi Menderes çevresindekilere, "Bırakalım da halk doyasıya coşsun..." Kalktılar. Yetkiner yutkundu: "İzniniz olursa ben kalabilir miyim efendim?" Menderes sevecen bir gülümsemeyle, "Elbette Ethem Bey, elbette" yanıtını verdi. Yasak aşkın kurbanının halini ancak öyle bir tutkunun pençesinde olan bilirdi.
"Ben kavga ederim, kavga ayırırım. Adam dövmüşlüğüm de vardır. Bir defasında Çengelköy'de 10 lira taksitle aldığım kürküm üzerimde salına salına yürürken adamın teki arkadan el attı. Bir vurdum, yere yapıştırdım. Orada oturan bir paşanın oğluymuş'' (Müzeyyen Senar'ın anılarından)
Onlar çıkarken, Senar "Bu kadar hüzün yeter" diyerek, sadece onun repertuarında yer alan türkülere başlamıştı. Dinleyicilerle birlikte. Ve uğradığı her masadaki rakı kadehlerinden bazen bir yudum içerek, bazen fondip yaparak: "Evlerinin önü mersin", "Fincanı taştan oyarlar", "Ormancı", "Değirmene un yolladım" ve elbette "Feraye'dir kızın adı..." Ve de final parçası: "Haydar Haydar..." (Dinleyicilerle birlikte coşarken, bir yandan da nice zamandır kafasına takılan soru yine dürtükleyecekti: "Şu an zirvedeyim ama geleceğim nasıl olacak acaba?") Yanıtını ancak neredeyse yarım yüzyıl sonra 87 yaşında verebilecekti: "Dolu dolu yaşadım. Ve de sağlıklı. Dahası bazen hiçbir şey içmeden, sadece kendi sesimden sarhoş olacak kadar mutlu. Hayatta her şeyim oldu; mücevher, kürk, ev, han, hamam... Hepsi gitti. Umurum değil. Kömür karası terrier köpeğini sevgiyle kucağına alarak- şu gördüğünüz dört ayaklılardan başka kazık yemediğim kimse kalmadı. Ne çok aldatıldım, bir bilseniz. Her seferinde bile bile aldandım ama elimde değil. Neyse canım sağolsun. Önemli olan sağlık..." 2000 yılında bir dost düğününde başından aşağı dökülen güllere basınca kayarak yere düşüp leğen kemiğini kıran, ardından reflü olan, şimdilerdeyse zatürree ile boğuşan "diva", çok sıkıldığında yattığı yerden Şükrü Tunar'ın hüseyni şarkısını mırıldanıyor: "Geçti sevdalarla ömrüm / İhtiyar oldum bugün..." Ama sayıları milyonla ifade edilebilen hayranlarının gözünde o hala ve her zaman "Eşi olmayan bir ses rengine sahip kadın", "Binlerce şarkıya 'En iyi Müzeyyen Senar söyler' damgasını vurduran efsane", "Meyanlarıyla kalplere çivi mıhlayan ses", "Yeni yetmelere nasıl sanatçı olunabileceğini gösteren abla", "Komşunun komşuya ekmek verdiği sevgi dolu günlerin sanatçısı..." Uzun sözün kısası; benzemez kimse ona... Yararlanılan kaynaklar:
* Cumhuriyet'in Divası Müzeyyen Senar (Radi Dikici, Remzi Kitapevi)
* Sibel Arna (Hürriyet Gazetesi, 15 Mayıs 2005)
* Hülya Bankoğlu Ekşigil (Vizyon Dergisi, Nisan 1998)
|
|
|
|
|
|
|
|
|