Seksenlik melekler!..
Dün akşam, Türkiye Cumhuriyeti'nin "son başbakan"ını ağırlayan Beyaz Saray'da, daha önce kaç kez "Oval Ofis" görüşmesi izlediğimi hatırlamıyorum. Bu kez manzaraya uzaktan bakabildiğim için, Erdoğan'ın "şömine önü sohbeti"nin öncesi ve sonrası konusunda da bir fikrim yok. Öncesi ve sonrasına dair merakımsa, orada bulunanların kimlikleriyle ilgili... Aslında görüşmelerin içeriğiyle ilgili fazla da merak edilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Çünkü benim; Türk liderlerin Beyaz Saray ziyaretlerini izlemeye başladığım, seksenli yılların sonundan bu yana; ne görüşmelerin içeriğinde büyük değişiklikler oldu, ne de toplantı sonrası yapılan açıklamalar bir öncekinden farklılıklar taşıdı. Yine Kıbrıs, yine Kuzey Irak, yine bölgesel sorunlar, yine ekonomik işbirliği, yine terör, yine stratejik ortaklık kavramı... Her seferinde, Pennsylvannia Avenue'ya açılan kapıdaki güvenlik kontrollerinden geçerek Beyaz Saray'ın geniş bahçesine dağılan biz Türk gazetecilerin taşıdığı heyecanlar acaba boşuna mıydı? Baba Bush, Clinton, oğul Bush... Bu dönemde üç başkan "kiracı"sı olmuştu Beyaz Saray'ın... Aynı dönemde Türkiye de ise; tam tamına dokuz Başbakan geçmişti Başbakanlık konutundan... Üç katı istikrarsızlık... Ya da üçte biri oranında istikrar! O zaman sorunların aynı kalmasının sebebi kim olabilirdi? Çözümsüzlük istenen bir şey olmasındı sakın? Ve kimdi çözümsüzlüğün asıl "müsebbib"i? Değişenler mi, değişmeyenler mi? Güç kimdeydi yani?
Aslında uzun boylu düşünülecek bir konu da değil bu... Yanıtı belli. ABD'nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri dünden bugüne değişime uğramıyor. Başkanlık sistemi içinde Washington'a hükmedenlerin; ekonomi, eğitim ve sosyal güvenlik gibi konulardaki öncelikleri uçurumlar arz etse de, dış politikada "yiğitlerin yoğurt yiyişi"nden başka "farklılık" fark edilmiyor. En çok, en çok; birinin bozduğunu, beriki düzeltmiş görünüyor. Tahterevalli iniyor çıkıyor. Tahterevalli'nin ortasındakilerse hiç değişmiyor. Biz yirmi yılda iki ismi hep orada gördük. Elbette onlar tahterevallinin ortasındaki "asıl" isimler değildi. Ama bize "Amerikan sistemi" içindeki "görünmeyen büyük istikrar"ın sembolleri gibi gelirdi hep. İlki seksen yaşlarındaki Marry'ydi. Bu sevimli ihtiyar kadın "Oval Ofis"teki görüntü alma süresi dolduktan sonra, biz Türk gazetecileri, öğrendiği iki Türkçe sözcükle, "Bitti, bitti!.." diye dışarı çıkarırdı. Onların başkanları ve bizim başbakanlar değişir ve fakat Marry yerini hep korurdu. Ve sonra... Basın toplantısına geçilince, en ön koltukta emektar "Washington gazetecisi" Helen Thomas'ı oturur bulurduk. O da seksen yaşındaydı. Sanki o koltukta doğmuş ve o koltukta ölecekti. Bütün başkanlar önce onun sorularına cevap verirdi.
Bazen semboller her şeyi anlatır. Bazen de sözcükler... Sonunda anlamıştık; Marry'nin her "Bitti, bitti!.." deyişinde aslında hiçbir şeyin bitmediğini ve bitmeyeceğini... Merakım oydu işte: Helen önceki yıl emekliye ayırdı kendini ama; Marry hala orada mı acaba?
|