| |
|
|
Yaşadıklarımız bize ders olmalıdır
İdam sehpasına götürülen Temel'e "Son bir diyeceğin var mı" diye sormuşlar. - Bu bana ders olsun, demiş. Toplumsal ve siyasal yaşamımızı sonu olmayan bir Temel fıkraları dizisine çevirmemek için, hem her olaydan ders almalı, hem de kavram kargaşasından kurtulmaya çalışmalıyız. Örneğin Yavuz Donat'ın söyleşileri ile, hem Demirel'den hem de Evren'den "Derin Devlet"in ne olduğunu öğrendik. Ortaya çıkan tablo şöyle: Derin Devlet hep var. Bütün mesele, Derin Devlet'in siyasete müdahale edip, "Devlet" olmamasına bağlı. Siyasetçiler bu hüneri gösterebildikleri zaman, sivil demokrasi aksamıyor. Ama burası aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi. Yani siyasetçiler hata yapmasa da, şu ya da bu nedenle (Bu neden dış konjonktür de olabilir) birileri Derin Devlet kadrolarını cuntacılığa itebiliyor. Neticede "İttihatçılık" veya "Baasçılık" da bu coğrafyanın ürünleri. Günümüzde bu ürünler bir anda "Cumhuriyet Muhafızı" kadroları ortaya çıkartabiliyor. Kimi ülkede "Din elden gidiyor" gerekçesi ile, kiminde de "Laiklik elden gidiyor" denilerek, demokrasi gündem dışına itilebiliyor. Bu gerekçeleri, "Ülke bölünüyor" veya "Vatan toprakları yabancılara peşkeş çekiliyor" benzeri cümlelerle sonsuza kadar artırabiliriz. Şimdi üyesi olmak yolunda adımlar attığımız Avrupa Birliği, Türkiye'nin siyasi coğrafyasından kaynaklanan bu kaderi değiştirmek yolundaki en kapsamlı ve en radikal projedir. Ancak bu yolda da bazı kavramları yerli yerine oturtmamız gerekiyor. Örneğin "Milliyetçilik", Avrupa Birliği üyesi ülkelerde de temel değerler arasında. Bir Avrupa ülkesinin bayrağı yakıldığında, oralardaki toplum da tepki gösteriyor. Burada önemli olan milliyetçiliği "Şovenizme" veya "Irkçılığa" dönüştürmemektir. Milliyetçilik, çoğunluğun, kendisi gibi olmayanları aşağılamasına veya onları baskı altına almasına dönüştüğü zaman, bu kabul edilemiyor. Örneğin Miloşeviç'in Sırp milliyetçiliği, bir "İnsanlık Suçu" olarak algılanıyor. "İnanç Özgürlüğü" de böyle bir olgu. Devlet de toplum da, inançlara ve ibadete saygılı olmak zorunda. Ama inançları bir siyasal söylemin aracı haline getirirseniz, iç ve dış politikanızı "Din" temeli üzerine oturtursanız ve sizinle aynı dinden veya mezhepten olmayan insanları ve toplumları "Ötekiler" veya "Kafirler" gibi görürseniz, bu "Siyasi Bağnazlık" kapsamına giriyor. İçine girmeye çalıştığımız "Büyük demokrasi ve özgürlük projesi"nde, askeri müdahale ne tür bir hukuk dışılıksa, düşüncelerin şiddet kullanılarak ifade edilmesi de aynı ölçüde hukuk dışı. "Terörizm", sadece silahlı çetelerin eylem koyması değil bu anlamda. "Devlet Terörü" gibi "Çoğunluk Terörü" de aynı derecede kabul edilemez olgular. Bu anlamda "Hukuksuz devlet, örgütlenmiş şiddettir" denilebilir. Bunun gibi "Bürokrasi" her devlette ve her örgütlenme biçiminde var. Ama "Bürokratik Oligarşi", demokrasinin anti-tezi oluyor. Ya da bürokratik mekanizmanın yozlaşması sonunda ortaya çıkan "Kırtasiyecilik", bürokrasiyi bir hizmet değil, bir eziyet aracına dönüştürüyor. Hukukun üstün olmadığı ülkelere yabancı sermaye gelmediği gibi, buralarda yerli sermaye de kurumsallaşamıyor. "Rüşvet" ve "Adamını Bul" gibi olgular, sonunda siyaseti de yozlaştırıyor. "Türkiye'de malın, Karadeniz'de gemin, Romanya'da karın olmasın" benzeri tekerlemeler toplum belleğine yerleşiyor. Özetle, yaşadıklarımız bize artık ders olmalıdır.
|