  |
|
Dekan öksürürse... Cemaat ne yapar?
İşte, bu olmadı Ali Atıf Hoca! Yıllardır, gazeteciliğe hevesli ve meraklı, iletişimci olmak isteyen genç insanlara ders veriyorsunuz... Bilmiyorum ama koca koca anfilerde ayağa kalkıp, bi biçimde kulağa hoş gelen "ilke, gerçeklik, kanıt, ağırlık" gibi kavramlardan da bahis açıyorsunuzdur kalabalık öğrenci gruplarına... Ağzınızdan çıkanları dinleyen, "kara tahta"nızı okuyan öğrenciler, muhakkak ki sizden aldıklarını bir manifesto ya da anayasa gibi belleklerine yerleştirip hayata karışacaklar, karıştılar!.. Bir süredir de taaa Eskişehir'de, Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde dekanlık yapıyorsunuz.. Yani, deyim yerindeyse, "hocaların hocası" seçilmişsiniz! Tabii ki Hürriyet Gazetesi'nde haftada birkaç gün yazı da yazıyor ve "keskin kaleminiz"den hayatın bütün halleri ne satırlar akıp geçiyor ama... Sanırım hem ilk gözağrınız olması hem de halen (ve dere tepe yollar aşarak!) sürdürmenizden dolayıdır ki akademisyenliğiniz, yani, hocalık ve dekanlığınız önde geliyordur... Zaten, az sonra okuyacağınız sitemimi "hocalık şapkanız" a ediyorum!
 Sitemim şudur ki hocam... Yine sizin gazetenizde, bir televizyon yıldızıyla yapılmış süslü, renkli ve bol fotoğraflı röportajın tam "ortayeri"ne balıklama atlarken göz çıkardınız (!) Ali Atıf Hoca... Havadan, sudan ve güzellikten (!) başlayıp biten röportajın bir yerinde söz dönüp dolaşıp size gelince -ki elbette cevap hakkınız vardı ve bir anlamda şahsınıza hakaret ediliyordu- ertesi günkü yazınızda konuyla hiç alakası olmayan zehir zemberek bir yazı döşendiniz... Ancak döşendiğiniz yazı, cevap vermeniz gereken televizyon yıldızını aştı, yıllar yıllar önce "yaşandığını iddia ettiğiniz" ama kanıtlanması mümkün görünmeyen bir yarışma usülsüzlüğüne (!) ve bir sinema jürisini toptan mahkum etmeye dayandı.. Bir de "paparazik" ve düzeyli bir ilişkiye(!) Tabii ki bu ülkede ve özellikle Antalya'da, jüri değerlendirmeleriyle ilgili bin yıldır sabıkalı durumlardan söz açılıp durulur. Ama dedim ya siz bu durum dan başka bir vazife çıkardınız! Anlaşılıyor ki 15 yıl önce olup bitmiş bu yarışmanın ayrınrtılarını biliyorsunuz! Neden, bir yurttaş ve "sinema seyircisi" olarak zamanında "ihbar" etmediniz de bugünü beklediniz!!!? "İhbar" etmeniz için, "o yarışmada ödül (!) almış biri" nin sizinle ilgili bir çift kem söz etmesi mi gerekliydi illa ki? Bir de "dıdısının dıdısı" misali.. "O, falanca yönetmenin sevgilisiydi, yönetmen de sevgilisinin (en iyi kadın oyuncu) seçilmesi için tek tek jüriyi ikna etti, üyelere baskı yaptı." gibi... Meseleyi, yani, "mum kokulu kadın"ın heykeli kapması"nı "paparazik bir komplo" ya indirgemek tuhaf değil mi? İletişim kitaplarında ya da ayaküstü derslerinizde, diyelim ki araştırmacı gazetecilik üzerine bir konu açıldığında, böylesine ciddi ve ağır bir iddia, öylesine hafif bir örnekleme yöntemiyle mi anlatılır? Tekrarlamakta yarar var, çünkü hocasınız.. Kanıtlanması zor görünen bir suçlamada bulunuyorsunuz.. (Çünkü, "baskı yaptı" iddiası ucu olmayan bir durum!) Yani, jüri üyesi yönetmen için ciddi ve hakaret içeren bir iddia taşıyorsunuz.. Peki, sözü edilen yönetmenin, şimdi oldukça ciddi tazminat hakkının da doğduğunu bilmiyor musunuz? Sizin bu yazı yönteminizi, öğrencileriniz, gelecekteki gazetecilik yıllarında kullanırlarsa, garipler, ne yapar, ne eder, nasıl öderler! (Zaten "1 Nisan buldozeri"nin mesleğimiz aleyhine bir karabasan gibi çöktüğü de dikkate alındığında!) En önemlisi hoca, "bir süslü röportaj kahramanı"nın hakkından geleceksiniz diye, konuyla ilgisi olmayan ve şimdi bir başka filmin "yolcu"luğuna çıkan bir yönetmene belden aşağı vurmak, iletişimsizlik değil de nedir?
Ve Hoca, sevgili dekanım... Siz böyle yaparsanız!... Öğrencileriniz ne eder!.. Hiç düşündünüz mü?
|