Değiştin de, ne oldu!
Doğanın, toplumların değişiminin farkında olan kişi, bireylerin, düşüncelerin değişme ihtimalini de inkar etmez. Bu yüzden, "dönek" gibi bir suçlamadan hazzetmem. Nasıl yeni keşiflerle, icatlarla insanların "dünyası" değişiyorsa, yeni soruların, yeni düşüncelerin keşfiyle de "dünyaya, hayata bakışı" değişebilir.
Ancak, bütün bu değişim furyasında, kimi durum beni rahatsız eder. "Rahatsızlık" samimiyse, önce kendine dairdir. Yani, bir kantar mevcutsa, ona kendini de vurmaya dair. Ardından da, elbet başkalarını. Birincisi; değişim sürecinde, "değiştim" beyanında, edinilmiş bir pozisyonun, beklenen yahut vazgeçilemeyen çıkarların egemen olması. İkincisi; "değişilerek" varılmış yeni düşünce, inanç, hayat biçimlerinin de, daha öncekiler gibi, "tek doğru, tek normal, tek gerçek" kabul edilmesi.
Bu "değişim" biçimleri, bagajlarında, önceki konumundan, dolayısıyla halihazırda o konumda olanlardan nefret de taşır. Uç örnekleri, birçok ülkede, ırkçılığa da varan milliyetçilikleri, aslında kökeninde o milliyetten, hatta o ırktan bile olmayanların epey abartabilmesidir. Ne bileyim, mesela çocukluğunda çok yoksul ortamlarda büyümüş de sonradan yırtmış birisinin, dünyanın yoksullukları bir yana, bizatihi yoksullardan nefret etmesidir. İnançlı bir ortamın içine doğmuşken sonradan inançsızlığı seçen birinin, arkasında bıraktıklarından nefreti... Ya da tam tersine, sonradan inançlı olmuş birinin, kendi eski halinde bulunanlardan nefreti.
İnsanların, başkalarının değişimlerine yahut değişmezliklerine... Başkalarının yaşamlarına, düşüncelerine, haklarına, özgürlüklerine, kimliklerine saygı ilkesi, samimi özünü, öncelikle en mağdur olanlara dair bir hissiyatta bulur. O hissiyat yoksa, samimiyetsizdir. Seçmecidir. Dışlamacıdır. Güçlü, hakim fikirler ile yaşam biçimlerine yahut onların güçlü temsilcilerine "saygı"... Bunların mutlak, tek doğru, tek gerçek kabul edilmesi ve ettirilmeye çalışılması... genellikle, mağdurların unutulması, adaletsizliklerin umursanmaması ile atbaşı gider. O yüzden, "değişerek", evren düzeninin, dünya düzeninin, ülke düzeninin, iş düzeninin ekonomik, ideolojik, manevi, idari güçlüleri yanında saf tutanların birçoğu, "hafızasızlık ve duygusuzluk" şerbetinden kana kana içer. Hem kendini rahatlatmak için... Hem de, yeni pozisyonlarının mutlak doğruluğunu haykırabilmek için.
En acısı; herhangi bir hiyerarşide yükseldikçe, altta kalanlara dair vicdanını, bilgisini söküp atanlarınki... Bir de, geçmişteki düşüncelerini "yanılgı" kabul ettiği halde, bir gün yine geçmiş olabilecek bugünkü düşüncelerini "mutlak doğru" kabul etmek ve ettirmekte inat ve ısrarla dolup taşanlarınkidir. Onlarınki, "değişim"den çok, "hafızasız dönüşüm"dür. Kendi tarihlerini, kendi kimyalarını, kendi "insani değişim" ihtimallerini dahi taşıyamazlar. "Başka bir fikir", hatta "yeni bir karakter"den ziyade, "karaktersizlik"i temsil ederler. "Başka bir insan, yeni bir kimlik"ten ziyade, tarihsiz, kimliksiz... değişimin esnekliğinde değil, dönüşmüşlüğün yeni katı kalıbında "başka bir şey"dir onlar.
|