Tablo gibi mahyalar
Şair-yazar Sunay Akın Cumartesi Sabah'taki ilk yazısında bilmediğimiz mahyaları anlattı: "İstanbul Ramazanları'nda mahyaların içine resim yapılırdı..."
Işık karanlıkta güzeldir!
Gece, siyah pelerinini omuzlarına alıp sokağa çıktığında başlardı onların ışıklı şarkısı. Öylesine güzeldiler ki, yakamozlar kıskanırdı onları; mehtaplı gecelerde ay bile arkasına saklanacak bir bulut arardı. Mevsimlerden bir yaz gecesiyse, ateş böcekleri bir araya gelip, onları taklit ederlerdi Mahyalardan söz ediyorum, hani şu bilmediğiniz mahyalardan! Efendim, "Ben mahyaları bilirim" mi dediniz!?. Haklısınız, Ramazan ayı boyunca iki minare arasına yazı yazma geleneğidir mahya. Günümüzde "Hoş Geldin Ramazan" ya da "On Bir Ayın Sultanı" gibi yazıları içeren mahyalar ampuller sayesinde kuruluyor. Peki ama eskiden, elektriğin olmadığı dönemlerde öyle miydi? Harf devrimi öncesi olduğu için, mahyaların kandillerle kurulduğu yıllarda yazılar Osmanlıca kaleme alınırdı... Daha doğrusu, "ateşe" alınırdı! Arapça "aylık" anlamına gelen mahyacılığın ne zaman başladığı, ilk mahyanın hangi yılda, hangi caminin tepesine kurulduğu bilinmiyor. İki minare arasına gerilen halatlara kandiller asarak yazı yazma geleneğinin 16. yüzyılda başladığı tahmin ediliyor. Emin olunan bir şey varsa, o da, mahyanın İslam kültürünü yaşayan kentler arasında yalnızca İstanbul'a özgü olduğudur.
MAHYALARDAKİ RESİMLER Kuran'da resmi yasaklayan herhangi bir ayet yoktur; ama, zaman içinde canlı tasviri put yerine konulup, günah sayılmıştır. Padişahlar, Avrupa'dan getirilen ressamlara portrelerini yaptırmış, Piri Reis haritalarına hayvan resimleri çizmiş olsa da, dahası, "Van Gogh Japon resim geleneğini değil, bizimkileri görseydi neler yapardı" diye düşündüğüm minyatürler birbirini kovalasa da, halka resim yasaktı! Durum böyleyken, yazı sanatının ustaları olan hattatlar, bu yasağa isyan ederler, kağıt üstünde! Yazı, hat sanatıyla bağnazlığa karşı çıkmış ve yaralı arkadaşını sırtında taşıyan bir nefer gibi resmi bugünlere sağ salim ulaştırmayı başarmıştır. Bu bilgi kandilinin ışığı altında düşünelim: "Acaba, yıllar öncesinde, yazı yazarken resim yapma geleneği mahyalara taşınmış olabilir mi? Yani, kandillerle ve Osmanlıca hazırlandığı dönemlerde, mahyadaki yazıların içine kağıt üstünde olduğu gibi resim de konuluyor muydu?" Bırakalım yazının içine gizlenmeyi, eski İstanbul Ramazanları'nda mahyalara bizzat resmin kendisi yapılırdı! Ramazan ayının ilk on beş gününün sonunda büyük bir heyecan kaplardı İstanbullular'ın yüreğini; çünkü, bundan sonraki günler, mahyalara resim yapılmasına izin verilen günlerdi!.. Kandil ateşleriyle hangi resimler mi yapılırdı, cami minarelerinin arasına? Yelkenli gemi resmi... Çorba kasesi resmi... Şadırvan, kuş, kayık, elma, köprü, çiçek... Üstelik, bir gece kurulan mahya, ertesi gece değiştirilirdi. O gece, mahya kurulan en yakın camideki resmi gördün, gördün!... Resmi kaçırırsan, bir daha görme şansın yoktu. Düşünelim ki, mahyadaki resmi gördün, ne yapacaksın sonra; gidip yatacak mısın? Sahi, siz olsanız ne yapardınız? Televizyonun, radyonun olmadığı yıllarda evinize mi dönerdiniz, yoksa, biraz ötedeki caminin minareleri arasına ateşle yapılan bir başka resmi görmeye mi giderdiniz?.. Oradan da bir başka camiye... Ramazan ayında teravih namazından sonra camiler arasında gezmek, resim sevgisinden başka bir şey değildi; bu geleneğin altında mahyalardaki resimleri görme arzusu yatmaktadır. Yolda yürürken duyardınız: "Efendi, bizim geldiğimiz camide çok güzel bir Kız Kulesi resmi var." Evet, yapılan resimlerden biri de Kız Kulesi'ydi! Üsküdar Meydanı'ndaki Mihrimah Sultan Camii'nin ikinci minaresi halkın mahya görme isteğinden dolayı yapılmıştır. Dahası, Eyüp Sultan Camii'nin minareleri kısa olduğu için mahya kurulamıyordu. Bilir misiniz, Eyüp Camii'nin minarelerinin birer şerefe daha uzatılıp, bugünkü boylarına kavuşmalarının nedeni, İstanbullular'ın resim görme aşkından başka bir şey değildir!!!
POLİTİKA DA İŞİN İÇİNE GİRDİ İşte bu yüzdendir ki, bu kültürün minarelerini süngüye, camii kubbelerini miğfere benzeten dizeler asla bizi yansıtmamaktadır. Bu toprakların müminleriyse "asker" hiç değillerdir. Onlar, minareler arasına ateşle resim yapan, Ramazan ayını kültür şölenine çeviren bir milletin sanatsever evlatlarıdır. Thomas Ady der ki: "Toplumlar bilgisizlik yüzünden yok olurlar." Mahyaların sansüre uğradığı, denetlendiği yıllar II. Abdülhamit dönemidir. Saraya çağrılan mahyacılar hangi camiye, nasıl bir mahya kuracaklarını anlatıp izin almak zorundaydılar. Resimli mahyalara politikanın girdiği yıl ise, 1970'lerin başıdır. İlk Boğaz Köprüsü'ne karşı çıkanların "Vatan haini, Allahsız" ilan edilmek istenildiği o yıllarda, Tophane semtindeki caminin minareleri arasına ampullerle bir asma köprü resmi yapılır. "1970'li yıllar" dedim... İktidar kavgasına insanların inançlarını da alet etme anlayışı giderek güçlenmektedir. Öyle ki, o yıllarda din üzerinden politika yapanlar 2000'li yıllarda yok olup giderler ve meydan, o Boğaz Köprüsü resmindeki ampule kalır!.. Yağmur suyu ateşi söndüreceğinden, doğal olarak böyle gecelerde mahya kurulamıyordu. Ama, bir mahya ustası, içine su almayan bir kandil geliştirir. Bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı bir Ramazan gecesinde, mahya kurulduğunu duyan tüm İstanbullu, ıslanma pahasına o caminin yolunu tutar. Caminin önüne geldiklerinde başlarını yukarı kaldırıp bakarlar... Kalabalıktan o an, gökgürültüsünü dahi bastıracak büyük bir uğultu yükselir: "Aaaaaaaaaa!.." Evet, yağmurun bir şelale gibi döküldüğü iki minare arasında ateşten bir resim durmaktadır. Ne resmi mi?.. Şemsiye! "Resmi hizmete mahsustur" değil, resimli Ramazanlar umuduyla, bayramınız kutlu olsun!
Sunay Akın
|