Kontroller var ama şimdilik yendik
Ben kanser mi oldum? Ne zaman oldum? Nasıl oldum? Nerelere savrulduk? Yoksa hepsi bir karabasan mıydı? 'İnsan bazen yabancılaşıyor yaşadıklarına' diye düşünürken Paris'e geldik. Sönmez sabahın çok erken saatlerindeki uçaklar yerine ertesi sabahki uçakla Houston'a direkt gitmenin beni daha az yoracağını düşünmüş. Bileti İstanbul- Paris-Houston almış. Onu hemen Rue de Rivoli üzerinde Paris'in en eski, en şık kafelerinden Angelina'ya götürdüm. İç bayıcı Mont Blanc diye kestaneli beze ve kremalı bir pastası var. O gözümde tütüyor. Çay da geldi ama heyecanla bir kaşık aldıktan sonra baktım ki gitmiyor... Mont Blanc aynı pasta ama benim tedavilerden tat alma duygum değişmiş. Çamur gibi geliyor çoğu yiyecek. Eskiden iki tane yediğim pastaya bakakaldım. Et yiyebiliyorum. Herhalde soslu kızarmış patateslerle servis edilen meşhur Entrecote'dan yerim diye seviniyorum. I-ıh o da gitmiyor. Üstelik daha önce sosundan hiç fark etmediğim hardal boğazımı yakıyor. Sigara dumanı çok kötü geldi. Çok su içtiğim için 'tuvalete gideyim' dedim. Çıkışta kapı açılmaz, orada kilitli kaldım mı? Kapı sımsıkı yapışmış kasasına. İçerisi de 3 metrekare bir yer. Sönmez belki dişimi, ağzımı çalkalıyorum diye geç gelecek, diyorum içimden. Üstelik cumartesi gecesi bu saatte kimi bulacaklar kapıyı kırmak için? Bulsalar tuvalet o kadar küçük ki kapı benim üstümde parçalanmadan nasıl açılacak. Bütün vücudumu ateş bastı, kalbim ağzımdan fırlayacak gibi hızlı atıyor. 'İmdat' diye kapıyı yumrukluyorum. Neyse bir müddet sonra gelen turist bir kız da çaresizlikten ağlayarak benim kapımın mandalını sallamaya başladı. Benim de kilitle oynamam yerinden oynattı herhalde. Beş on dakika sonra açıldı. Hiç tanımadığım genç kızla birbirimize sarıldık. Benim kadar değilse bile o da çok korkmuştu. Bu olaydan sonra Houston'a gidince MR çekilirken (halbuki tetkik ve tedavilerdeki cesaretimi övüyordu herkes) çok zorlandım. Kalbim çarpıyor, ateş basıyor, kulaklarımda tıkaç olduğu halde çığlık atarak oradan fırlıyorum, çıkmak istiyorum, 45 dakika o gürültülü makinada kalmak için çok telkin yaptım kendime.... Onkoloğum Dr. Sabici'yi gördük sonra. Genç, güzel, çok sıcakkanlı bir hanım. Raporlara bakıp beni muayene ettikten sonra okşadı, sarılıp öptü. "Zayflamana rağmen kan verileri iyi. Organlar da çalışıyor. Bakalım Dr. Ang (Radyoterapist) ne diyecek?" diye geçirdi kapıdan. Sönmez'in elini sıkı sıkı tutup onun şefkatine bıraktım kendimi. Akşam İlker geldi. Ona sarıldığımda yanaklarımdan yaşlar akıyordu sessizce. Halbuki çok sevinmiştim, ağlamak nereden çıkmıştı. Oğlum da bize hediyeler getirmiş. İkimizi de öpüyor, güldürüyordu. Sözmez'e aklıyla, şefkatiyle, sevgisiyle bana çok destek olduğu ve iyileştirdiği için şarap açacağı takımı; bana da kanseri bile zerafetle karşıladığım, mücadele ettiğim için (onun ifadesi), kendi üslubumda yendiğim için aktörlüğü temsil eden taşlı, çok zarif bir tiyatro maskesi broş... Ertesi gün Dr. Ang burnumu uyuşturup içine ucunda kamerası olan tüpüyle bakarken üçümüz de ne diyecek diye heyecanlıydık. Amerika'da doktorları "Öyle dediniz, böyle yaptınız" diye çok mahkemeye verdiklerinden midir nedir gayet temkinli, çok sakin bir şekilde "Tümör görmüyorum. Raporlara göre de tedaviniz bitti. Sadece üç ayda bir kontrolleriniz var, iki sene çok sıkı takiptesiniz. Sonrası da var ancak beş sene sonra unutabilirsiniz" dediğinde coşkuyla sevinemedik. Sönmez ile ben ona sarılıp alçak sesle çok içten teşekkür ederken yine de İlker "Sizi kutlarım" diye onunla zafer tokalaşması yapıp güldürmeyi başardı. Sönmez dönüp "Tünelin sonuna geldik. Bu senin için" derken sözünü kesip "Biliyorum yaşama dönüş demek" dedim. Öptüm onları. Sevgisiyle, ilgisiyle, tünelin karanlığında yollarıma ışıklar serpiştiren, bana güç veren sizlere çok teşekkür ediyorum.
|