Değişimin acısı ve tadı
Eskiden Markiz'e giremezdik çünkü orası bir edebiyat ve kültür dergahı idi. İtiraf edelim o merdiven trafiğine alışamadık. Şimdi bin kişi binip, bin kişi çıkıyor
İnsanoğluna mahsus yaygın ruh hallerinden biri de, herkesin sadece kendisini önemli "bir geçiş döneminin" şahidi hissedişidir. Oysa, hiç bunun aksi var mıdır? Yani siz tarihin öyle bir dönemine rastgelmişsiniz ki, başkalarına bu "mühim anılar yekununu" nakletmeye değer bulmuyorsunuz. İşte bu nadir! İmkansız demeyelim ama çok çok nadir! Belki iki istisnai hal için geçerli. İlki, kendisini o denli genç ve zinde tutabilenler var ki, zaten onların ufukları "gelecek". Sadece nelerin geleceğine bakıyorlar. Önemli olan o. Diğer hal biraz ermiş hali. Kendini herşeyden soyutlamış, "kişisel deneyimini ummanın içinde bir zerre" addeden "istisna". İşte bunlar dışında kalan herkes, günün birinde yaşadıklarını, gözlemlerini başkalarına nakletmeye kendini zorunlu hissederek işe koyuluyor.
Bu neşe dolu seans şöyle başlıyor: "Biz her şeyin hızla değiştiği, fakat henüz "mühim şeylerin" tümü ile kaybolmadığı bir ana tanıklık ettik. Size anlatmalıyız!" Peki, bunun nesi neşeli? Demeyin. Neşeli çünkü, dinleyiciler anlattıklarınızla olmasa bile, sizinle eğlenebiliyorlar. Öyle ya bu özlem düşkünlüğü başlı başına bir haldir. Bütün bu mizanseni zaten biliyor ya da köşesinden ucundan kestiriyor ve fakat yine de kendinizi alamıyorsanız... İşte ona "köşe yazarı" deniliyor. Ne zaman ki size herkes bir tuhaf uzmanlık sorusu yöneltirse "şu bilmem nelerin" sosyal hayatımızdan çıkışı ya da geri gelişi hakkında ne düşünüyorsunuz? Tetik durun! Ne var ki bazen tetik durmak, herşeyin farkında olmak dahi fayda etmez ya... Soru elinizde, bazen de zihninizdedir: "Markiz'in dönüşü, geri dönüşü..." Başkalarını da bir kenara koyalım, cevabı isteyen bizzat kendiniz iseniz? Eh artık mazursunuz. Tutabilene aşk olsun!
Markiz'le tanıştığımızda Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenci idik. Daha önceleri, biz lisedeyken Cadde-i Kebir'deki muhtelif pastahanelere rahat rahat gitsek bile, Markiz'e girmek öyle kolay bir iş değildi. Sakın yanlış anlaşılmasın. Kapısında elemeler yapılan ahir zaman klüpleri gibi değildi hal. Peki, madem eskiden Markiz'in kapısında Laila korumaları yoktu, şu halde Markiz'e neden giremezdik? Giremezdik çünkü orası bir edebiyat ve kültür dergahı idi. Ve biz oraya ait değildik. O günlerin Markiz'ine girmek, oturmak, orada kahve içip zaman geçirmek için önce bu "dergahın üyesi" olmak gerekiyordu. Açıkçası bu mütereddit hal uzun bir zaman sürdü. Herkes gibi merakla içeride neler olup bittiğini sezmeye çalışarak, Markiz'in karşı kaldırımından geçtiğimizi hatırlıyorum. Çünkü yakından bakmak ayıp oluyordu. Peki ama, bu kadar heves... Ne diye hala giremiyorduk? Paramız? Vardı. Kıyafetimiz? Müsaitti. Ne konuşacağımızı, nasıl oturup nasıl kalkacağımızı nasılsa bilmiyor muyduk? Evet, biliyorduk. Şu halde? Ne zaman ki Güzel Sanatlar Akademisi, Bedri Rahmi, Emin Barın, Sedad Hakkı, Zühtü Müridoğlu bizleri Türkiye'nin avangard ve aydınlık cemaatinin içine aldı, aidiyet bariyeri o gün berheva oldu.
VİTRİNDE DURAN ŞÖHRET Önce Markiz'i "orası" yapanlar çekildiler. Tam da mekanın hüzünlü günlerinde, belki de vedalaşmak için son bir kez Markiz'e gittiğimizi hatırlıyorum. Önümüzde Limoges porselen, Christofle çatal bıçaklar, kristal kadehler, eski zamanın "gatoları, meyve şekerleri". Arkamızda ilkbaharın jugendstil güzeli... Son yemek! Avedis Çakır, büyük, devasa bir papağan kafesini almamı öneriyor. Akılsızca direniyorum, "Asacak yerim yok" diye kaçıyorum. Tuhaf bir ifadeyle yüzüme bakıp "ah, çocuk" diye uğurluyor. Sonra perde kapanıyor. İç göçlerin oluşturduğu kadirbilmezler cemaati değişimi en dramatik haliyle yaşamayı tercih ediyordu. Yeni ihtimaller, şudur budur derken, nihayet bugüne gelindi. Şimdi Beyoğlu'na nur yağıyor. Altyapısı iki asır öncede durmuş semtimiz, "payitahtın" yeni eğlence ve turizm merkezi olmak istiyor. Olur mu? Neden olmasın?
15 milyon nüfuslu bir dünya şehrine en az "iki üç merkez" yakışır. Nitekim, bu Beyoğlu furyası Markiz'in cismini olmasa bile, ismini bugüne kadar taşıdı. Bu kötü mü? Eğer eleştirmek için bakacak isek, yeni Markiz bize uzun bir liste verecektir. Yeni Markiz'de eskinin nesi var? Vitrinde duran şöhreti. Sair her şey yeni. Hemen "Çalıkuşu'nun fondanlarını" hatırlıyoruz. Yeni Markiz o baştan çıkartıcı kutu gibi. İçinde envai çeşit tat var. Hepsi değişimin tatları. Ama eskinin kağıdına sarılmışlar. İçlerinden benim favorilerim Mon Markiz'in çikolataları, Charlotte'daki kanepeler, Bülent Erkmen'in son dokunuşu. İtiraf edelim: O talihsiz merdiven ve teşkilatına alışamadık. Ama ne gam. Bin kişi iniyor, bin kişi çıkıyor. Biz de merdiven kovasının eskiyeceği günü gözleriz. O zaman tekrar bakarız yenisi nasıl olmalı, diye... İyi ama sorarız size; özlem yalnız geçmişe mi olur? Hadi söyleyin. Çünkü ben sadece geleceği özlüyorum.
|