İstanbul böylesi bir felaket görmemişti
Güzel bir filmin sonu gibiydi 6-7 Eylül günleri. O zamana kadar Türkler ve Rumlar'ın birlikte yaratığı kozmopolit İstanbul yaşantısı da bu olayla birlikte tarihe karışacaktı
İstanbul İstanbul olalı 6-7 Eylül gibi bir felaketi çok az gördü. Beyoğlu savaştan ve yangından çıkmış gibiydi. Sokaklar yırtık kumaşlarla, parçalanmış eşyalarla kaplıydı Güneşli bir sonbahar akşamüstüydü. 13 yaşındaydım. 1955'in 6 Eylül günüydü. Beyoğlu'nda sinemaya gitmiştim. Taksim'den dolmuşa binip, Yeniköy'e, dedemin evine dönecektim. Taksim, diğer günlere benzemeyen bir hareketlilik içindeydi. Müvezzi çocukların bağıra bağıra sattığı akşam gazetesi Ekspres, ekstra baskılar yapmış ve Selanik'teki Atatürk'ün evinin bombalandığını, 144 punto şimşir harflerle, manşetten duyurmuştu. İnsanlar Taksim meydanında öbek öbek toplanıyordu. Dolmuşa binip, Yeniköy'e geldim. O sırada (saat 18.00), Taksim'deki kalabalık, büyüyerek Beyoğlu'na, İstiklal Caddesi'ne giriyor ve Rumlara ait dükkanların camlarını, vitrinlerini kırmaya başlıyorlardı. 1955 Eylül'ünde, İstanbul'daki Rumların sayısı 86 bin dolayındaydı. Ben Yeniköy'e vardığımda, Yeniköy sokaklarında da hareketlilik başlamıştı. Beykoz'dan mavnalarla, motorlarla Yeniköy'e geçen bir topluluk, Rumların dükkanlarını, evlerini arıyordu. Sonra, camların kırılmasından doğan sesler, evlerdeki kadınların, çocukların feryatları sardı ortalığı. Kendimizi bildik bileli birlikte yaşadığımız, iyi ve kötü günleri paylaştığımız İstanbul'lu Rum komşularımızın evlerinin kapıları kırılıyor, eşyaları pencerelerden atılıyordu. Ben titriyor, için için ağlıyor ve hiçbirşey yapamamanın ezikliğini yaşıyordum. YENİKÖY Yeniköy, İstanbul İstanbul olalı, Türkler'le Rumlar'ın birlikte yaşadıkları bir yerleşim merkeziydi Boğaz'da. 125 öğrencili bir Rum ilkokulu, üç tane Rum Ortodoks kilisesi ve 225 aileden oluşan oldukça büyük bir Rum topluluğu vardı. Bakkal, kasap, lokantacı, tamirci, doktor, avukat Rumlar, Yeniköy'ün sosyal yaşamında önemli yer tutarlardı. Pazar günleri erkekler ve kadınlar en güzel giysilerini giyer, kilise sonrasında piyasa yaparlar, akşam da balıkçı meyhanelerinde şarkı söyleyip, dans ederlerdi. Bu akşamları, Yeniköy'ün ve İstanbul'un her semtinin Türkleri paylaşırdı. Bizim dini bayramlarımızda, onlar da bayram kutlamalarına katılırdı. Onlara da kurban eti dağıtılırdı. 6-7 Eylül gecesi, bu güzel filmin sonu oldu. Rumlar, İstanbul'da yaşamaktan korkar hale gelmişlerdi. Göçe başladılar. Önce gençler gitti. Yunanistan'a, Avustralya'ya, Kanada'ya, Amerika'ya göç ettiler. Seyahatlerimde, Yeniköylü Rumlara hep rastladım. Ama yaşlılar direniyorlardı. 1955'te Kıbrıs nedeniyle başlayan gerginliğin dineceğini ve bir daha yeni bir 6-7 Eylül faciasının yaşanmayacağını düşünüyorlardı. 1955'te 86 bin olan sayıları, 1965'te 65 bine inmişti. Ve yine Kıbrıs'tan kaynaklanan Türk-Yunan gerginliği sonunda, dönemin Hükümeti İstanbul'lu Rumları, Yunanistan'a göçe zorladı. Sonuç ortada. Şu anda İstanbul'daki Rum sayısı, herhalde ikibinin altında. Ege Denizi'ndeki Türk-Yunan gerginliğinin yine iki ülkede savaş tamtamları çaldırdığı 1986'da, Yunanistan'a gitmiştim. Güneş gazetesi olarak, Atina'da yayınlanan Akropolis'le işbirliği yapıyor ve bir "Türk-Yunan Barış Girişimi" hazırlıyorduk. Benim Atina'ya geldiğimi, Akropolis haber yapmış. Bir sabah otelin lobisinde, beni bekleyen Yeniköylü Rumları buldum karşımda. Sarıldık öpüştük. Atina'nın Faleron semtine yerleşmiş İstanbul'lu Rumlar. Sordum Aleko'ya.. - Nasılsın, iyi misin? Boynunu büktü, - Çağanoz gibiyim. İçime kapandım, dedi. Sindagma meydanında Yarofinikas lokantasına gittim sonra. Tarabya'lı Rumlar açmışlar bu lokantayı. İstanbul'un bütün mezelerini Atina'ya taşımışlar. Benim oturduğum masaya, bir komi gelip, Türk bayrağı koydu. Sonra Tarabya'nın eskilerinden iki garson geldi masama. - Cemil Bey'in oğlunu, Tarabya'dan sonra Atina'da ağırlıyoruz. Çok mutluyuz, dediler. Annemle babama takılıp, çocukluğumda gittiğim Garaj'ın garsonlarıydı bunlar. - Nasılsınız, dedim. Biri güldü, - İstanbul'da hep Rumca konuşup, siz Türkleri öfkelendirirdik. Atina'da da hep Türkçe konuşup, Yunanlıları kızdırıyoruz, dedi. 1950'lerde başlayan Kıbrıs Krizleri, İstanbul'u ve İstanbulluları böyle vurmuştu. 6-7 Eylül gecesinin açtığı yaralar, çok zor kapandı. Bütün dünya, o vahşet gecesini "Barbar Türkler" başlıkları ile verdi. Uluslararası komiteler kuruldu. Tahrip edilen kiliselerin, hastanelerin, kırılan ikonaların, yıkılan mezar taşlarının fotoğrafları, tüm dünya basınında ilk sayfalardan verildi.Ve İstanbul'un kozmopolit yaşamının sonu oldu bu. Sonra, Selanik'teki bombanın sorumluluğunu, Yassıada duruşmalarında, dönemin Demokrat Parti iktidarına yüklediler. Oysa Demokrat Parti'nin suçu da, tecrübesizliğiydi. Bir dış politika krizinde ağırlık kazanmak için, bir provokasyonla kitleleri sokağa dökmenin, yağma ve vahşetle biteceğini düşünememişlerdi. İç politikadaki popülizmin, dış politikaya şovenizmle yansıtılmasının, öncelikle bunu yapan ülkeleri vurduğunu bilememişlerdi.
SONRAKİ BEYOĞLU 7 Eylül günü İstanbul'a, Beyoğlu'na indim... Beyoğlu'nda sokaklardan, yağmalanmış bakkalların zeytinyağları akıyordu. O güzelim mağazalar, yangından kalma gibiydi. Küçük çocuklar, kırık oyuncakları, dükkanların önünden topluyordu. Sıkı yönetim ilan edilmişti. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, İstanbul'a gelmiş, perişan kenti geziyordu. Beyoğlu'nda yağmadan kurtulan nadir mağazalardan biri Necmi Rıza Ahıskan'ın, kumaşçı dükkanıydı. O gece yağma başlayınca, mağaza sahipleri vitrinlerine bir Türk bayrağı, bir de Atatürk büstü koyarak, kurtulacaklarını hesaplamışlar. Necmi Rıza'nın ağabeyi de, akşam telaşla, bir Atatürk büstü koymuş mağazanın vitrinine.Yağmacı kalabalık, Necmi Rıza'nın mağazasına dokunmamış. Ertesi gün Necmi Rıza mağazasına gidince, vitrindeki büstün Atatürk'e değil, Beethoven'e ait olduğunu farketmiş. Ağabeyi o gece telaşla, eline geçirdiği Beethoven büstünü, Atatürk zannedip vitrine yerleştirmiş. Necmi Rıza, "Herkesi Atatürk, beni de Beethoven kurtardı" der ve gülerdi. Adnan Menderes, 7 Eylül günü perişan Beyoğlu'nu, yaşlı gözlerle gezerken, Necmi Rıza'nın mağazasının önüne gelmiş. Aynı zamanda ünlü bir ses sanatçısı olan Necmi Rıza da, mağazasının önünde, Başbakanı izliyormuş. Necmi Rıza, o anı şöyle anlatmıştı bana, - Menderes, önüne eğik başını kaldırınca beni gördü. Bana doğru yürümeye başladı. Arkasında generaller, bürokratlar vardı. Yanıma gelince, boynuma sarıldı. Omuzumda, hüngür hüngür ağlayacağını zannettim. Ağzını kulağıma yanaştırdı. "Necmi Bey, sizin mağazada tuvalet var mı" dedi. Evet böyle dönemlerdi 1950'ler... Artık ne eski İstanbul, ne İstanbul'lu Rumlar, ne Yeniköy'ün pazar piyasaları, ne Adnan Menderes, ne Necmi Rıza var. O dönemden bugüne kalan tek şey, hala "Kıbrıs Krizi" ve çözümsüzlük.
|