Zımadves arak!
İnsan hayatının bir anda nasıl değişebileceğini önceki gece herkes yaşadı, içinden deniz geçen şehirde... Her şey olağan seyrinde akıp giderken kimsenin elinde olmayan sebeplerden her şey tersine döndü birden. İçinden deniz geçen şehirden, bu kez kasırga geçti önce; sonra kar, sonra karanlıklar, ayaz ve tipi sabaha kadar.
Sevgi ve nefret ilişkisinde gidip gelen bir şeydi kar.. Umarsız aşklar gibi yani.. Sevmeyen ve yolunu gözlemeyen yoktu.. Çıkıp geldiğinde ise, beyaz saadetlerin gölgesinde tarifsiz acıların sebebi olurdu. Ve...
Çilelerin, dertlerin! Umarsız aşklar gibi.. Herkes bir sorumlu arar bugünlerde. Herkes kendisinden başka birini koymak ister terazinin veballer kefesine.. Devlet vatandaşı suçlar, vatandaş devleti.. Belediyeler merkezi, merkez de belediyeleri.. Bazıları da sorar Hoca misali: "Hırsızın hiç mi kabahati yok?" Hırsız denilen de; "kar"ın ya da gelen "felaket"in ta kendisidir.. Bu yazı "kar ve aşk" ilişkisine dair "nahif" bir deneme olsun diye kaleme alınmamıştır elbette... Kendince arayacaktır yaşananın sorumlusunu... Sorumluluk sırasıyla... Evet... İlk sorumlu "kar"ın ta kendisidir. "İroni" olsun diye de söylemiyoruz: Açıktır ki kar yağmasaydı böyle olmayacaktı. Ve yeryüzünün hiçbir köşesinde, insanoğlunun doğaya "galebe" çaldığı görülmemiştir, yazılmamıştır.. Baş edemezsiniz doğayla.. Gelir ve vurur...
Dünyanın en uygar ve en gelişmiş ülkelerinde de doğaya "set" çekebilen olmamıştır.. Ne selde, depremde, ne kasırgada, ne de karda.. Kazanan hep doğa olur... Bu bir... "Uygar" ülkelerin yaptığı da bellidir: Gelişi önlenemez; lakin "o"na göre yaşanır... Örneğin, yılın altı ayı karla yaşanan bir kentte ya da ülkede; her şey "kar"la birlikte yaşamak içindir... Sorun da olmaz... Moskova "kar"ı "afet"e dönüştürmeden geçirir yaşamını.. İstanbul'sa, yılın altı ayı karla yaşanan bir kent değildir... Hayat "kırk yılda bir" gelen felakete göre dizayn edilemez..
Washington da öyledir mesela.. "Kırk yılda bir" gelen felaketi göğüslemek için "nafile" savaşlara girilmez.. Tersine "doğanın üstünlüğü" kabul edilip "ricad" edilir... Meydan, doğaya -ya da kara- terk edilir. "Davetsiz misafir"in çekip gitmesi beklenir sessizce...
Ancak, devlet de, yerel yönetimler de tam burada devreye girer işte: Felaket öncesinde "ciddi" olarak uyarırlar herkesi... Gelen kasırgaysa "evlerinizi terk edin"; gelen karsa "hiçbir yere gitmeyin" çağrıları yapılır.. Ve uygulanır sonuna kadar, büyük bir ciddiyetle...
Doğanın "önlenemez gücü" yer yer tahribata yol açsa da, fazla can yakmadan gelip geçer karlar, kasırgalar.. İstanbul'da yapılmayan ve asıl suçlanması gereken "alan" da budur: "Vatandaş" ciddi olarak uyarılmamıştır. Gereken yapılmamıştır. Örneğin, perşembe günü öğle saatlerinde her yer tatil edilip, haftasonuyla birleştirilse, hiçbir sorun yaşanmayacaktı..
Yoksa bu kadar karı, buzu temizlemeye ne grayder yeter, ne de tuz! Çuvaldızı birazcık da vatandaş "davranış"ına batırmaya razı olur mu herkes? Şehir içindeki cadde ve bulvarlarda büyük sorun yaşanmadığı görülüyor. Problem çevre yollarında... Ancak, karla birlikte yaşanan "kaza" bölgelerine ulaşılmasında "yegane" kurtarıcı olması gereken "servis yolları" nı kapatanlar,işgal edenler kim?
Sorunu "felaket"e dönüştürenler kim? Boyunlarını eğip çıkarlar mı bir adım öne? Velhasıl, bu da gelip geçecek işte.. Öyle ya da böyle!.. En çok sevilen, en çok nefret edilen gibi... Beyazında mutlu olup, ayazında acı çekilen gibi.. Umarsız aşklar gibi yani.. Hayatımızı alt-üst eden.. Ters-yüz eden her şeyi..
|