| |
|
|
'Özgür' bir meslek işte...
Canlı yayınım 4 saat sürdü. Cumartesi gecesi başladım, sabaha karşı saat 03.15'te filan bitti. Huyumu bilenler bilir. Onca saat canlı yayının yüklediği adrenalin adeta doping etkisi yapıyor üzerimde. Eve gidemiyor, yatamıyor, yatsam da uyuyamıyorum. Bu nedenle yayınlardan çıkınca doğruca nöbete gidiyorum tek başıma. O sabaha karşı da öyle oldu işte. Sefaköy stüdyolarından çıkıp Dolmabahçe'ye, gece muhabirleriyle buluşmaya gittim.
Sakin bir nöbetti O ana kadar fazla bir şey olmamış, öyle dedi genç meslektaşlar. Tam çayımı yudumlarken telsizden anons patladı. "Unkapanı'nda kaza yapan bir otomobilin yanmakta olduğunu" söyleyip ekipleri, ambulansları, itfaiyecileri çağırıyordu olay yerine. Herkesle beraber ben de fırladım tabii. O tenhalıkta köprüye varmamız 4-5 dakikayı aldı ancak.
Hayat koridoru Ulaştığımda gördüm ki; trafik kesilmiş, itfaiye zaten çok yakın olduğu için gelivermiş, ambulanslar da yanaşmak üzere. Bir kenara park edip küçük kameramla kalabalığın arasına girdim. Tüm spotlar köşede bir yere doğru çevrilmişti. Ben de oraya seğirtip çekime başladım. Baktım ki oldukça hırpalanmış bir genç sedyeye alınmak üzere. İçim cız etti. Aslan gibi bir delikanlı, belli ki çok kötü hallerde ve yaşam mücadelesi vermekteydi. Hemen bir koridor oluşturdu polisler ve televizyoncular. Sağlık görevlileri o koridordan hızlıca geçip ambulansa koydular sedyeyi. Sonra siren çalarak Taksim Hastanesi'ne doğru yola çıktılar.
Kimlik var mı? Meğer bir yaralı daha varmış. O da araç daha köprüden düşmeden önce, üst yola savrulmuş. Onu hemen bir taksiye atıp Çapa'ya yollamışlar... Sonra arabanın halini de gördüm ve ürktüm. Artık her nasıl bir çarpma ve parçalanmaysa motor bloku araç gövdesinden kurtulup 7-8 metre öteye düşmüş, yanıyordu. Otomobilin ise markası bile anlaşılmaz hale gelmişti. Sonra sorduk soruşturduk. "Kimlik var mı? Acaba kim bu kazaya karışanlar?" dedik. Yanıt veren çıkmadı. O an için hiçbir bilgi yoktu çünkü. Sonra başka işler çıktı, oralara da gittik, çalıştık. Eve girdiğimde saat 08.30 filandı. Kanepeye uzandım. Dalıp gitmişim.
En güleç yüzdü o!.. Çalan telefona uyanıp saate baktığımda vakit öğlene geliyordu. Arayan asistanım Merve Akıncı'ydı. Boğulurcasına ağlıyordu Merve. Diyordu ki: "Kaptan... Özgür öldü kaptan... İnanamıyoruz, kahroluyoruz. Bu... Burada... Haber Merkezi'nde herkes perişan kaptan..." O anda içimde yanardağ patladı sanki. Bütün servisin, dahası bütün 1. katın, dahası bütün binanın, kadronun en sevimli, en güleç, en afacan delikanlısıydı Özgür. Sadece müdürü Mehmet Tezkan'ın değil, Ali Kırca'nın, Tayfun Gönüllü'nün, Korcan Karar, Murat Demirel, Murat İde ve daha pek çok arkadaşımızın öz evladı, kardeşi gibiydi. Ve henüz 21 yaşındaydı.
Lanet mi okusam?.. Neden sonra "Peki nasıl? Nasıl olmuş kızım?" diye sorabildim Merve'ye. Ağlaması konuşmasını boğuk buruk yapsa da anlatabildi zorlukla. Dedi ki: "Unkapanı köprüsünde sabaha karşı kaza yapmışlar bir arkadaşıyla. Arkadaşı yola savrulmuş, o da arabayla beraber aşağıya uçmuş. Siz galiba... Zaten.. Yani siz çekmişsiniz onu kaptan...!" Şimdi kendime de, kimseye de söyleyecek fazla bir lafım yok. Sadece "Mesleğe bak. Hayata bak. Kadere, kaderin oyununa bak!" diyorum. Küfür mü, lanet mi, beddua mı, ne edeyim bilemiyorum?..
|