Ülkeler bir gemiye benzerler. Bazen fırtınalar kopar. İçerdekiler paniğe kapılır... Bazen aylar yıllar boyunca süt gibidir deniz. Ve yolcularda bir keyif ki, sormayın...
İyi de... Nereye gider bu gemiler?
Hangi limana? Hangi kıtaya?
Biz Türkiye ile ilgili bütün tartışmalarımızda işte burada çuvallıyoruz genellikle.
Geminin "iyi gitmediği" konusunda hemfikir olduğumuzda bile, "nereye" gittiği konusunda ya anlaşamıyor ya da rota üzerinde uzun uzadıya durmayı erteliyoruz.
Lafta parlak hedefler çizmekte üstümüze yok!
Ancak geminin güvertesine çıkıp şöyle bir etrafa ve "nereye doğru gittiğimize" bakmaya üşenenimiz veya kamarada oturup "pişti oynamayı" tercih edenimiz o kadar çok ki!..
Son AB tartışmalarını izlerken, iki yıl önce Binyıl gazetesinde değindiğim Edward De Bono'nun bir örneği yeniden aklıma düştü.
De Bono psikoloji kökenli ve son yıllarda yönetim bilimi ve düşünce kalıpları hakkında çalışmalar yapan, çok dikkat çekici kitaplar yazan ve çeşitli ülkelerde (bizde de) seminerler veren bir düşünür.
New Thinking For The Millenium ("Yeni Binyıl İçin Yeni Düşünce") adlı kitabında şu modern meseli anlatıyordu De Bono:
"Bir gemi gözünüzün önüne getirin. Işıkları soluk. Makineleri tekliyor. Dümen tutmuyor. Kaptan bitkin, uyudu uyuyacak...Mürettebat moralini yitirmiş. Yolcular berbat servisten şikâyetçi...
Derken... Uzakta bir helikopter görünüyor. Ve helikopter gemiye inip yeni bir kaptan ve yeni bir mürettabat bırakıyor.
Kısa sürede moraller düzeliyor.. Her şey hızla değişiyor. Makineler tıkır tıkır çalışmaya başlıyor. Servis iyi, geminin ışıkları pırıl pırıl...
Fakaaaat!...
Gemi hâlâ yanlış rotada... Gemi yanlış yönde ilerliyor."
Yani yolcular bir sabah gözlerini açtıklarında hiç bilmedikleri, hiç istemedikleri bir limanda bulacaklar kendilerini...
Edward De Bono diyor ki, işleri yoluna soktuğumuzda genellikle ortaya çıkan tablo budur. Arızayı tamir ederiz, bozuk düzeni düzeltiriz ama gittiğimiz yolu tartışmayı unuturuz, savsaklarız...