Bu gün bu yazı yerine, benim bir süre tatile çıktığım için yazıya ara verdiğimi anons eden bir not yayınlanacaktı.
Türkiye'de ne "yazı"nın, ne de "gazete"nin rönesansa kadar uzanan 500 yıllık bir geçmişi var.
Bizde ilk özerk sayılabilecek gazete, "onlarda var, bizde de olsun" yaklaşımıyla, 1840'da Sultan Mecit döneminde, bir İngiliz tarafından çıkarıldı.
İngiliz, Kuşdili çayırında avlanırken yanlışlıkla bir çocuğu vurup öldürmüş ve hapse konmuştu. Oysa Osmanlı yasaları, Avrupa yasalarıyla eşdeğer hukuk ilkelerine dayanmadığı için; 19 Yüzyıl başında Osmanlı yönetiminin, Osmanlı tabiyetinde olmayan yabancıları, yargılayıp cezalandırma hakkı yoktu.
İngiliz Büyükelçisi, Babıali'ye gelerek:
- Siz bir İngiliz vatandaşını hapse koydunuz; onu derhal serbest bırakıp kendisine de bir tazminat ödeyiniz, uyarısında bulundu.
Hemen hapisten çıkarılan William Churchill, tazminat olarak bir gazete yayınlama imtiyazı istedi.
Böylece Saray'ın yayınlamaya başlamış olduğu resmi "Takvim-i Vekâyi"den sonra, ilk özel gazete "Ceride-i Havadis" çıkmaya başladı.
Cumhuriyet döneminin gazeteleri, salt Ankara'nın politikasını yansıtan gazetelerdi. Gazetelerde çalışanlar da, bir aşiret beyinin marabaları gibiydiler bir bakıma...
Bendeniz salt yazıyla ve yazıya layık olmaya çalışarak yaşamdan geçmekte inatlaştığım için; gazetelerde yazmadan da, Türkiye'de salt yazıyla bir ömrü sürdürme olanağı pek bulunmadığından -oysa Batı'da, bir piyes telifi bir ev alır-; son 50 yıl boyunca, 6 milyarın yaşadığı Dünya'da, -nitelik açısından değilse de, nicelik açısından- en çok yazı yazmış bir kalem emekçisi olarak yaklaştım ömrümün sonuna...
En uzun çalıştığım gazete Sabah oldu. Şimdiye dek 10 yıl süreyle hiçbir gazetede çalışmadım. Bunun bir nedeni, gazete sahipleriyle çevrelerindekilerin; "varlıklı" olmakla, "var olmak" arasındaki denklemleri bilmemeleriydi. Bir başka nedeni de, gazete sahiplerinin Ankara ile kendilerine göre ayarladıkları politikalara, ayak uydurma korosuna girmememdi.
Sabah'da çok özgürce yazdım. Gazetede yazmaya başlarken ne konuşmuşsak milimetrik uygulandı.
Ancak son bir buçuk yıla yakın bir süredir, "yazı adamı"na karşı garip bir umursamazlık, yazı sevdamı törpülemeye başladı. Belki öyle değildi ama, bana öyle gelmeye başladı.
Ola ki, yazıyı kendiliğimden kesmem yeğleniyordu belki de...
Ve test etmeye karar verdim istenip istenmediğimi.
Benim gönül dilimden çok iyi anlayan dostum Güngör Mengi, bazı kaba ve angut boyutlu umursamazlıkların, kasıtlı olmadığına inandırdı beni.
Eski zamanlardan kalma deli bozuk kafamın tepesi atsa da; benim için Güngör omuz silkilip geçilecek bir basın yamyamı değildir.
Ben yazı yazmasam ne olur? Hiçbir şeycik olmaz.
Ama ben yine de, "yazı"ya layık olmaya ömür vermiş bir kalem emekçisi olarak, kaybolmayı isterim sessiz ve sedasız...
Basın tarihinde pek rastlanmayan aşırı bir dertleşmeye kaydığım için de, beni lütfen hoş görün.