Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in inisiyatifiyle toplanan "Uygarlık ve Uyum" adlı konferans, İslam dünyası ile Batı arasındaki ilişkilerin gergin olduğu bugünün dünya konjonktüründe bir Avrupa-İslam diyaloğunu başlatması bakımından yararlı bir girişim oldu.
Sayın Cem'in, konferansa önayak olurken bir maksadı da, kuşkusuz, hem İslam Konferansı Örgütü, hem de AB camiasına mensup tek ülke olan Türkiye'nin, tarihi gelişmesi, konumu ve günümüzdeki kimliği bakımından, İslam alemi ile Batı dünyası arasında uyumun sağlanmasında önemli bir işlevi ve hatta misyonu bulunduğunu da zihinlere yerleştirmekti. Esasında, bu husus, 11 Eylül saldırılarından sonra, Bush yönetiminin ileri gelenleri ve Amerikalı tanınmış akademisyenler tarafından dile getirildi ve İslam ile Batı siyasi değerlerini bağdaştıran özgün bir sisteme sahip bulunan Türkiye, böyle bir işlev ve misyonu üstlenebilecek yegane devlet olarak değerlendirildi.
Ünlü tarihçi Bernard Lewis de, Müslüman toplumların yönetim modelleri hakkındaki bir incelemesinde, bu görüşü çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Lewis, tarih boyunca hiçbir Arap ülkesinin bir devlet modeli yaratamadığını, İslam ülkelerinden sadece Türkiye ile İran'ın birbirine rakip iki model oluşturduklarını, bunlardan din unsurunu devletin merkezine oturtan İran modelinin çağdaş olmadığını ve yaşama şansının bulunmadığını, buna karşılık Atatürk'ün temellerini atmış olduğu laik, demokratik, cumhuriyet modelinin çağdaş bir sistem niteliğine sahip olması nedeniyle Ortadoğu'dan Orta Asya'ya kadar pek çok ülke için örnek teşkil ettiğini vurguluyor.
Ancak, Türkiye'nin İslam ülkeleri için modellik rolünü tartışırken bir noktayı gözden kaçırmamamız gerekiyor. Türk modeli daha Osmanlı döneminden başlayan en azından 150 yıllık bir sentezin ürünüdür. Atatürk, Cumhuriyet öncesi reformlar birikimini dehasının imbiğinden geçirerek laik-demokratik-cumhuriyet modelinde kristalize etmiştir. Atatürk devrimi, 20. asırda tarihin kaydettiği ve halen yaşayan en köklü, en iddialı, en kapsamlı bir dönüşümdür. Bu sayededir ki, bugün dünyadaki bir milyar 200 milyon Müslüman içinde sadece Türkiye'de yaşayanlar çağdaş dünyanın gerçeklerini özümsemiş ve onlara ayak uydurmuş bir ortamda yaşama imkanına sahiptirler.
Türkiye dışında, dünyadaki 55 Müslüman ülkeden hangisi önümüzdeki 15-20 yıl içinde çok partili demokrasiyi uygulayabilir? Hangisi bu süre içinde laik bir devlet yaklaşımını, kamuyu da kapsayan kadın erkek eşitliğini ve çağdaş bir hukuk sistemini uygulamaya koyabilir? Gerçek şu ki, orta vadede hiçbiri bu adımları atamaz!..
Fakat, bu gerçek Türk modelinin değerini azaltmıyor. Bilakis, arttırıyor. Çünkü Türk modeli İslam dünyası için bir hedeftir, bir yol haritası ve bir pusuladır. Bu nedenledir ki, eski ABD Başkanı Clinton TBMM'de yaptığı konuşmada, "Türkiye, 21. asra şekil verecek ülkedir" demişti. Türk modeli, İslam ile Batı'nın ahenk ve barış içinde yaşamasının, tohumlarını ve mayasını içermektedir. Bu açıdan, Türk modelinin başarılı olmasında Batı dünyasının büyük çıkarı vardır. Ancak, Türkiye'nin de sistemini potansiyel bir model olmaktan çıkarıp fiili bir model haline getirmesi için, demokrasi ve insan hakları alanındaki eksikliklerini tamamlaması, ekonomik sorunlarının üstesinden gelmesi ve etkin bir siyasi yapılanmayı gerçekleştirmesi zorunludur.
Bu konumdaki bir Türkiye'nin sesi gayet gür çıkar, hem Doğu'dan hem de Batı'dan şimdikinden çok daha iyi duyulur, saygı ve ilgi uyandırır. Böyle bir Türkiye'nin elinde model olma keyfiyeti de müthiş bir siyasi ve stratejik kaldıraç fonksiyonu görür.
Bugün bu noktadan bir hayli uzağız. Bu bakımdan, ben "Uygarlık ve Uyum" konferansını izlerken hep hayıflandım. Ve, Türkiye akılsızca girdiği şu ekonomik krizin içinde olmasaydı, başında da halkın tam güvenine sahip güçlü ve vizyon sahibi bir hükümet bulunsaydı, ülkemizin önünde ne muazzam ufuklar açılırdı diye düşündüm durdum...