kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
6 Ekim 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yorgun basınla yaşamak

Türkiye bayram ve anlamsız uzunluktaki tatil sonrasına beklenen (küresel ekonomik kriz) ve beklenmeyen (PKK baskını-Kürt sorunu) sorunlar eşliğinde giriyor. Bunların bazıları biriktirdiğimiz, bazıları akılcı çözümler üretmekte geciktiğimiz şeyler. Türkiye, dışarıdan kaynaklananlar bir yana, kendi kendisine sorun üretme maharetini çok geliştirmiş bir ülke. Adeta sorunlarla iç içe yaşamazsa sanki bizatihi o durum ağır ve ölümcül bir sorun olacakmış gibi davranıyor. Teker teker sorunlardan ziyade ben bu anlayışı ve onun ele alınış biçimi üstünde durmak istiyorum. Bu da ister istemez basınla ilgili bir tartışma yapmak anlamına geliyor.

Modernleşme ve basın
Son iki yüz yıllık tarihimiz aynı zamanda modernleşmemizin tarihi. Modernleşme bizde hep hurafenin dışarıda bırakılması ve akılcı, bilimsel düşünme yönteminin ve pozitif bilginin benimsenmesi şeklinde tanımlandı. Sanıldığını tersine bu sadece Cumhuriyetin icadı bir yaklaşım değil. Daha geç dönem (19. yüzyıl başı) Osmanlı toplumunda da aynı tartışma hem de aynı terimlerle yapılıyordu. Bilimsel düşünceyle içli dışlı olmak analitik düşünmek, neden sonuç ilişkisi kurmak, plan yapmak ve önlem almaktı.
Osmanlı bu oluşumu eğitim reformu ile başlattıysa da Tanzimat'ın bu yönde getirdiği en büyük katkı basının devreye girmesiydi. O dönemde okur yazar sayısının azlığı, daha sonraki dönemde nüfusun ani patlamalarla çoğalması kitap okuyan bir toplumdan ziyade gazete okuyan, köşe yazarı izleyen bir toplumsal kültür doğurdu.
İster beğenelim ister beğenmeyelim köşe yazısı bizde toplumsalsiyasal oluşumların mayalandığı, geliştiği bir alandır ve bu niteliğiyle köşe yazarının ve köşe yazısının toplumsaltarihsel işlevi başka herhangi bir kültürle mukayese edilemeyecek kadar güçlüdür. İnsanlar bu toplumda kitap okumuyor, gazete köşelerindeki yazıları izliyor, kamuoyu bu yoldan oluşuyor. Dolayısıyla basının kendisi değil basında yer alan köşe yazarlarının toplumsal işlevi bana kalırsa daha önemlidir ve söyler misiniz bu ne zamandan beri böyle değildir? Türkiye'nin hangi döneminde köşe yazarlarının etkisi olmamıştır?

Yorgun yazar dönemi
Bayramda çıkan köşe yazılarını dikkatle okudum. Önemli gazetelerin önde gelen yazarlarının yazdıklarını izledim. Neredeyse tamamı ağır bir depresyonun içinden yazılmış, yazarların kendilerinden, içinde bulundukları koşullardan, basının halinden şikâyet eden metinlerdi bunlar. Kimse kusura bakmasın bir Çetin Altan'ın yazılarındaki derinlik, insani duyuş, 'humor ve ironi' ondan daha sonra gelen ve şimdi başa güreşen yazarların yazdıklarında mevcut değildi. Açık bir bezginliğin, yorgunluğun, şikâyet ve çöküş duygusunun yazılarıydı bunlar.
Ama bu yazılar bir gerçek ve bu yazılar bir gerçeği saptıyor. Çünkü basının genel durumunu yansıtıyor. Türkiye'de basın da köşe yazarları da yorgun artık. Gazeteleri açıp bakın, yeni, yaratıcı, ufuk açıcı, bir meseleyi soğukkanlılıkla ele alan bir ilk sayfayı çok zor göreceksinizdir.
Bütün bunların altında basının da köşe yazarlarının da kendilerini teslim ettikleri 'okur korkusu' ve onun uzantısı olan 'okur dalkavukluğu' haydi bu terim ağır geliyorsa daha hafifiyle söyleyelim, 'popülizm' yatıyor. Basın otoritedir, bilgi otoritedir. Otorite ise mesafe demektir. Bizse hangi konu olursa olsun o mesafeyi ortadan kaldırmanın neredeyse mübtezel çırpınışı içindeyiz. İşte bu nedenle bu ülkenin bir 'quality paper'ı yok, 'referans gazetesi' yok.
Şimdi dönelim başladığımız yere: bayram sonrasının beklenen ve beklenmeyen sorunlarını biz bu yorgun ve kendisinden bezmiş basınla, bu yaratıcılıktan uzak yaklaşımlarla nasıl çözeceğiz? Kime acıyalım peki, basına ve yazarlara mı, okura mı?