|
|
|
|
|
|
Düş görüyorum o halde varım...
Ankara Üniversitesi öğretim üyülerinden antropolog Doç. Tayfun Atay, tarih ve kültürlerde rüya yorumlama tarzlarının izini sürüyor:
* DİNİN KÖKENİNDE RÜYA VAR... Yaygın ve popüler yaklaşım, rüyanın gelecekte ne olup biteceğine dair ipuçları sunan bir kaynak olduğu inancıdır. Bu yaklaşım, rüyayı; doğaüstü, metafizik veya dinsel olanla organik bir bağlantı içine sokar. Kahinler, şamanlar, mistikler (sufiler) ve peygamberler, bu bağlantıyı hayata geçiren kutsal veya yarı-kutsal şahsiyetlerdir. Peygamberlik hali de ekseriya rüya ile başlar. Antropolojinin kurucu isimlerinden olan 19'uncu yüzyılın ünlü İngiliz araştırmacısı Edward Tylor, insanlığın ilk inancı olarak kabul ettiği animizmin doğuşunu rüya deneyimi ile ilişkilendirir. Animizm, gözle görülemeyen, duyularla fark edilemeyen canlı varlıklara, yani ruhlara inançtır. Tylor'a göre insan, gördüğü rüyalardan hareketle bu inanca varmıştır. Rüyada uzak ve değişik yerlere giden, tanıdığı-tanımadığı kimselerle karşılaşıp çeşitli olaylar yaşayan birinin, yataktaki bedeninden bağımsız bir varlığı daha olduğu sonucunu çıkarmıştır insanlar. Bu ruhtur ve insan, ruhu aracılığıyla uyanıkken ayırdına varamadığı bir aleme rüyasında intikal eder.
* İLAHİ GERÇEĞİN KAPISI... Bir uçta, Kuzey Amerika'nın şaman inancına sahip İrakua yerlileri, rüyaları doğrudan doğruya ruhun istek ve arzusu olarak tanımlar. Öbür uçta, 14'üncü yüzyıl İslam düşünürü İbn Haldun, 'Mukaddime' adlı eserinde rüyada bedenin baskısından kurtulan ruhun, gayb (bilinmeyen) alemine yöneldiğini belirtir. Böylece rüyadaki hayat, insanın varlığına anlam kazandıran ruhun 'gerçek' dünyası telakki edilir. Yani rüya diye kestirilip atılan deneyim, insanın 'hakiki alem'le (geçici de olsa) irtibat kurduğu 'gerçek uyanıklık' durumudur! Aynı şekilde, Budizm'de de rüyanın, uyanıklık haline eşit bir bilinçlilik düzeyi olduğu kabul edilir. 'Esas rüya' olan ise yaşadığımız, daha doğrusu yaşadığımızı sandığımız dünya hayatıdır. Erken Cumhuriyet döneminin önde gelen tasavvufi şahsiyeti Abdülhakim Arvasi buradan hareketle şöyle bir 'denklem' kurar: 'Dünya hayatı rüya gibidir. Ölüm uyandırıp rüya bitecek, hakiki hayat başlayacaktır.'
* FELSEFENİN BÜYÜK SORUSU RÜYADA ORTAYA ÇIKTI... Dünyayı rüya, ölümü ise hakikate 'intikal' sayan bu tanrı-merkezci yaklaşım, Aydınlanma Çağı öncesinde Hıristiyan Batı dünyasında da hakimdi. Bunun yıkılmasında Fransız filozof Descartes'ın, "Düşünüyorum, o halde varım!" deyişinde özlü karşılığını bulan rasyonalist düşüncesi büyük pay sahibidir. Ancak ilginç olan nokta, fiziksel dünyayı bir rüyadan ibaret sayan dinsel açıklamayı Descartes'ın sorgulamaya başlamasına da gördüğü bir rüyanın neden olmasıdır!.. Tasavvuf bünyesinde de rüya deneyimleri ağırlıklı bir yere sahip olmuştur. Üstelik yer yer manevi sarhoşluk içinde aşırılıklara kaçılması da söz konusudur burada. Ortaçağ İslam Tasavvufu'nun önemli isimlerinden Ruzbihan Bakli'nin bir rüyası, belki bu bakımdan varılabilecek en uç (belki de 'uçuk') noktaya işaret eder. 'Keşfü'l Esrar' (Sırların Keşfi) adlı otobiyografik eserinde Ruzbihan, rüyasında İslam peygamberinin, diğer peygamberlerin ve meleklerin, kendisinin dilini emdiğini anlatır! Ruzbihan bu rüyayı, onlar tarafından 'ehl-i batın'lığa (velilik makamına) kabulünün işareti saymıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|