Zaten bizde sinema eleştirmenleri fena halde saldırınca "Bu filmi mutlak görmem gerek" demiştim.. Hele saldıracak fazla şey bulamadıkları için, kahramanların ingilizceyi Akdeniz aksanı ile konuşmasıyla dalga geçince.. İngilizceyi, BBC aksanı ile konuşan bir Yunanlı Zorba bir Anthony Quinn düşünebiliyor musunuz?..
Buram buram Akdeniz kokan filmin tüm lezzeti bu aksandan geliyor.. Bu aksan olmasa, Yunanlılar ve İtalyanlar ayni aksanla konuşmasalar, tam Aryan aksanı ile konuşan Almanlar'dan nasıl ayrılırlar?.. Filmin başından sonuna vurgulanan bu sembolizm olmasa, adayı işgal için gelen iki taburdan, İtalyan olanın, sonunda Yunan partizanlarla ölüm pahasına işbirliği yapıp, Almanlara savaş açması inandırıcı olur mu?..
Bunu hissedemeyen, sezemeyen, göremeyen nasıl eleştirmen olur?..
Olur.. Çünkü kitabı "Bestseller oldu" diye, filmi de Amerikalar çekti diye yerin dibine sokan, eleştirmen olur bu ülkede..
Ön hükümsüz okuyan, yazan, dinleyen değil..
Aslında ben bu filmi hissedemeyenlere fena halde üzülürüm.. Ya hissediyor ama, ayıp olur diye yazamıyorlar, üzülürüm. Ya bu duyuyu hiç yaşamamışlar.. Boş yaşamışlar, boşuna yaşamışlar yani, ona üzülürüm..
Klişe imiş.. Klişe senin beynimnde dostum.. Senin beyninde asıl..
Aşkı bu kadar güzel anlatan bir film daha, az gördüm hayatımda..
George Sand'ın bir sözünü aldım, bugün, köşemde..
İnsan adlı hiçbir yaratığın aşka emir veremeyeceğini söylüyor..
Film de işte tam bunu söylüyor..
Minicik bir ada.. Herkes herkesi tanıyor, biliyor, nefes alışını izliyor..
Başkent teslim olunca, adayı düşman tek kurşun atmadan işgal ediyor.. Adanın en güzel kızı, üstelik işgalcilerle yeraltı savaşı yapan partizanların lideri ile nişanlı..
Şimdi bu kızla, işgalci düşman arasındaki aşk kadar imkansızı var mı?..
Kızın babası, dünyanın her yerinde her babanın kızına söylediklerini söylüyor..
"Bir ailenin onuru, kadınlarının davranışına bağlıdır. Bu niye böyledir bilmem" diye başlıyor.. Kızının sevdiği yüzbaşından hoşlandığını da söylüyor.. Ama..
İşte o "Ama.."dan sonrası var ki..
Anlatıyor baba..
"Teknik açıdan yüzbaşı düşmanımız sayılır. Adalılar, yurtsever bir Yunanlı'yı bir işgalci, bir zalim yüzünden terk ettiğini öğrenirlerse seni çiğ çiğ yerler.. Sana işbirlikçi, sana faşist orospusu derler.. Kimbilir daha ne derler?.. Taşa tutarlar.. Suratına tükürürler.."
Ama burada bırakmıyor baba.. Kızına aşkı anlatıyor.. Anlatıyor ki, aslında tüm çocukluğunu birlikte yaşadığı, evlenmek için çıldırdığı Yunan delikanlısını mı, yoksa, hayatında tek kurşun atmadan kendini orduda bulmuş, bu mandolinli, operacı yabancıyı mı seviyor anlasın..
Aşkın en güzel anlatımlarından biri bence.. Size de nakledeyim mi?..
"..aşk geçici bir deliliktir, bir yanardağ gibi patlar ama sonra yatışır.
Aşk yanardağın patlaması, o korkunç gürültü, akan lavlar değildir. Aşk herşey yatıştıktan sonra geriye kalan sükunettir.. Küllerdir. Hızını aldığın, ateşini söndürdüğün zaman şuna karar vermelisin. Acaba kökleriniz birbirine karıştı, ayrılamayacak kadar kaynaştı mı? İşte sevgi budur. Sevgi soluk soluğa kalmak, yürek çarpıntısı, ezeli tutku sözleri vermek, günün her saatinde çiftleşmeyi arzulamak değildir. Gece uyanık kalarak vücudunun her kıvrımını öptüğünü düşlemek de değildir.. Bu tutulmaktır, sadece.. Her budala birine tutulabilir.. Sevgi, aşk ateşi sönünce geriye kalan duygudur.. Sevgi bir sanattır.."
Aşkın böyle anlatıldığını daha önce duydunuz mu?.. Bu köşede okudunuz belki..
"Ateş söndükten sonra, sarılıp uyumak isteğinin adıdır aşk.." diye kaç kez yazdım.. Ateş söndükten sonra, sabahlara karşı, karların altında, onu yeniden evine nasıl götürdüğümü kaç kez anlattım, yatağımda artık bir saniye bile kalmasına tahammül edemediğim için..
Holly, ateş söndükten sonra sarılıp uyumayı istediğim ilk kadındı hayatımda.. Onun için evlendik zaten..
Sevişme arzusu değildir aşk.. Sevişme bittikten sonra sarılma, sarılıp uyuma, en güzel anları onunla yaşama, paylaşma duyusudur..
Şimdi, Yunan kızı ile İtalyan yüzbaşı arasındaki aşkın nasıl en imkansız koşullarda geliştiğini düşünün.. Romeo-Jülyet'in kan davası imkansızlığı oyuncak bunun yanında..
Ama aşka emir verilmez..
Veremiyor zaten..
Kız fısıldıyor, aşkına..
"Sana olan aşkımı herkesin yüzüne haykırmak, sonra da arkasında dikilmek istiyorum" diye.. İşte aşk bu.. Sana dünyaya, bütün kurallara, geleneksel, toplumsal, daha aklınıza ne gelirse, her türlü değere baş kaldırabilmek..
Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini, bu aşkı anlatıyor işte.. Hem de harika bir müzikle..
Bir şey daha anlatıyor.. Eleştirmenler onu da fark etmek istememişler..
Gördüğüm en savaş aleyhtarı film bu..
Yunanlılar var adada.. İtalyanlar var.. Bir de şirin Alman Subayı var.. Geceleri köy meydanında toplanıp şarkılar söylüyor, dans ediyorlar..
"Bu insanlar nasıl birbirleri ile savaşır, nasıl düşman olurlar" diye durmadan soruyorsunuz kendinize.. Savaş olmasa, yani bugün gibi olsa, o İtalyan, o Alman, o Yunanlılar nasıl coşku ile karışırlardı birbirlerine..
Savaş, kahrolası savaş, en güzel duyguları ne hale getiriyor, onu da görüyorsunuz sonunda.. Ve savaştan nefret ederek çıkıyorsunuz filmden.. Aşka taparak..
Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni herkese tavsiye ederim.. Bir şey daha tavsiye ederim..
Yalnız değil, sevgilinizle gidin.. Filmin öyle sahneleri var ki, tutacak bir eli, yaslanacak bir omzu ve koklanacak saçları, hem de nasıl buram buram istiyor, yüreğiniz!..
Bu haftaki Pazar neşemiz, daha sonra Yeni Türkü'nün temeli olan, 60'ların Fen Lisesi Hafif Müzik gurubundan (Ah, Doğan Şener, ah, Milliyet Liselerarası Hafif Müzik Yarışmaları ah!.. Necdet Günkut.. M. Ali Birand.. Necdet Altınçizme.. Abdi Bey.. Gidenler, kalanları ile efsane yıllar..) şimdi müthiş bir estetisyen diş doktoru, Gazanfer Gür.. Ahmet Kurtaran ve Galip Gürel kesmeye kıyamayınca, Gazanfer'e göndermişlerdi, Didem Taslan'ı.. Dışardan görünmeyen tellerle nasıl inci gibi dizmişti..
Neyse.. Anılara dalarsak roman olur..
Geçen akşam Gazanfer'de yemekte idik.. Orda anlattı, şive taklitleri de yaparak.. Doğan Canku, Fuat Güner, eşleri, öldük gülmekten..
Bizim köşede, şive taklidi pek olmaz, bilirsiniz.. Siz anlatırken ne yaparsınız bilmem..
***
Reşo Ağa, dünyayı gezip, gördüklerini aşirete anlatmaya karar vermiş ki, onların da vizyonu genişlesin..
İlk Afrika'ya, safariye gitmiş.. Dönmüş.. Kahveye oturmuş.. Ahali başlamış sormaya..
-Ağa Afrika'da ne yaptın?.
-Safariye katıldım..
-Safari nedir?.
-Bir jipe biniyor, kırsala dalıyorsun.. Hayvanlar yanına geliyor, seviyorsun..
-Sen hangi havyanı sevdin?..
-Zebrayı..
-Ağa zebra nedir?.
-Sen eşeği bilirsin?..
-Hee..
-Al şimdi eşeği.. Yukardan aşağı bir siyah, bir beyaz, pijama gibi boya.. İşte o zebradır.
-Başka ne gördün ağa..
-Zürafa gördüm.
-Zürafa nedir ağa?..
-Sen eşeği bilirsin..
-Hee!..
-Eşeği alırsın.. Bacaklarını dört metre yaparsın. Boynunu da iki metre.. İşte o zürafadır.
-Başka ne gördün ağa?.
-Piton gördüm.
-Piton nedir, ağa?..
-Sen eşeği bilirsin..
-Hee!..
-Eşeğin teşkilatını da bilirsin..
-Heeeeeeee!..
-İşte o teşkilatı al, altı metre yap.. Ama eşek yoktur!..