Nazım Hikmet'in 100. yıldönümü bağlamında yazdığım yazıyla ilgili sizlerden birçok eleştiri aldım...
Kimisi Bayram Doğan gibi "Tabii ki her şeyin ve herkesin iyi yanları da vardır, kötü yanları da. Doğru yanları da yanlış yanları da" boyutundan konuya yaklaştı...
Kimi okurlarda ise yazım, Nihat Erçel'in mektubunda olduğu gibi bir etki yapmıştı:
"Size uzun uzundıya Nazım`ı anlatacak değilim.Yalnızca ne yapmaya çalıştığınızı anlamadım. Dünyada büyük şairin 100. doğum günü kutlanırken, siz tanıtma gereğini duyduğumuz bir insanı, eleştiren yazılar yayınlıyorsunuz. Elbette bu tür yazılar, Nazım`ı küçük düşürmez!"
Ya da Uğur Özışık gibi bazı okurlarımızı, satırlarımız öfkelendirmiş olmalı ki, küfretme ihtiyacı hissetmişler:
"Bunun düşünmekle ne ilgisi olduğunu anlamak mümkün değil. Demek siz böyle düşünüyorsunuz, ne yazık! Yazınıza konu olan şair dünyanın en büyük on şairi arasında gösteriliyor. Senin gibi zibidiler kabul etmese bile. Sanattan anlamayan yaratıkların gazetelerde yazı yazmalarını kınıyorum."
Murat Kara gibi "Az yazmışsın, o aşağılık vatan hainiyle ilgili. Bırak mısralarını, kirli mazisini de yazsana" diyenler de oldu...
NAZIM TABUSU
Oysa...Nazım Hikmet benim için de okul yıllarımda, Zülfü Livaneli'nin sesinden "Karlı kayın ormanında, yürüyorum geceleri" türünden mırıldandığım bir şairdir...
O yazımda, ne Nazım Hikmet'e ne de Nazım'ı sevenlere dair tek satır hakaret yoktu...Olmadı... Olamaz da! İçinde terör ve şiddet barındırmayan her görüşe saygılıyım...
Ki...
Ben o yazıda, ne Nazım'ın ideolojik tercihini, ne de "vatan hainliği sorunsalı"nı tartışmadım...
Yazımda tartışmaya açtığım konu, şiirlerindeki maddi hatalarla ilgiliydi... Gündeme getiren de Öcal ve Hıncal Uluç'un babaları FuatUluç'tu... Bunu tartışmak yerine, sanki bir totem ya da tanrısal bir şey kötüleniyormuş gibi davranmak ne derece doğru bir tavır anlamış değilim...
Nazım'ı sevenler kadar, sevmeyenler de olacak... Bundan daha doğal bir şey olamaz...Çünkü, Nazım Hikmet ideolojik bir şairdi...Bu yüzden genelde, ideolojisi tartışıldı...
İlk defa uzun bir süreden sonra, ben mısralarındaki edebi değeri tartışmaya açtım...Bunda da rahatsız olacak bir şey yok...
ŞU GÜZEL HAVALAR
Tüm bunların ötesinde...Ben bir şairin tüm şiirlerini sevecek kadar, o şaire sadık bir okuyucu olmadım...
Kiminin bir mısrası, kiminin bir dörtlüğü, kiminin de şiirinin tamamını kendi kendime zaman zaman mırıldanmışımdır...
Benim için Orhan Veli, Nazım'dan da büyük bir şairdir...
Şiir denince, ilk olarak, onun, o akıcı, büyüleyen mısraları gelir aklıma...
Kim şu mısraları duyunca büyülenmez ki:
Beni bu güzel havalar mahvetti
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden
Tütüne böyle havada alıştım
Böyle havada aşık oldum
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti
Beni bu güzel havalar mahvetti
Ya da şu mısraları:
İmkansız şey
Şiir yazmak
Aşıksan eğer
Ve de yazmamak
Aylardan nisansa
SÖYLEYİŞ GÜZELLİĞİ
Nedim'in söyleyişteki güzelliği karşısında, hiç kendinizi kaybettiğiniz olmadı mı:
Bir sefa bahşedelim, gel şu dili naşada
Gidelim serv-i revanım yürü Sa'dabada
Pir Sultan Abdal da benim için öyledir:
Yar elimden dolu içmiş deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Hayyam'dan hiç dörtlükler okumadınız mı:
Adam olduysan
Hesap ver kendine,
Getirdiğin ne
Götürdüğün ne?
Ya Nef'i...
Tut-i mucize-i guyem ne desem laf değil
Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil
Ve A. De Lemartine'in Sonnet'sinden birkaç mısra:
Fakat niçin dönmeli, bu geçmiş sahnelere
Bırakalım inlesin inlesin gene rüzgar
Fısıldasın dalgalar
Gelin gelin ey benim hazin düşüncelerim
Hülya istiyorum ben, yoksa ağlamak değil!
KAR MUSİKİLERİ
Ve...
Asalak tarzı yaşam öyküsü bir yana, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük şairi Yahya Kemal değil midir?
Ne zaman "Rind akşamları" bir yana, onun "Kar Musikileri"ni okusam,tüylerim diken diken olur...
Ruhuma hitap eden o mısralarını, güzel bir şaraptan yudum alıyormuşçasına ağır ağır okurum...
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı
Bir erganun ahengi yayılmakta derinden
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Birdenbire mes'udum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık
Ya sizin hiç Cahit Sıtkı Tarancı zamanınızda mı gelmedi?
Hiç 35 yaş şiirinin, ki aslı 30'dur, yüreğinizi titrettiği o hazan mevsiminin başlangıcını hatırlatan dönemlerinizde mi olmadı:
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var
Benim mi Allahım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
Cahit Külebi'nin yürek burkan satırlarına hiç teslim olmadınız mı:
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz
DUYGU TELLERİ
Yine Orhan Veli'nin duygu tellerinin üstüne, tam 12'den vurduğu birkaç mısra:
İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir fakir Orhan Veli
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içinde
Urumelihisarına oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul'un mermer taşları
Başımada konuyor, konuyor aman
Martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım
Senin yüzünden bu halim
İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama
El konuşur, sevişirmiş bana ne
Sevdalım
Boynuna vebalim
Bu bakımdan...Şiir, şairle okur arasında, kuytu köşelerde yaşanan giz dolu bir aşköyküsüdür...
Sonsuzluğa haykırılmış bir sevda masalıdır...Kalıcılığına, birtakım dernek ya da devlet birimleri değil, okuyucusu karar verir...
Hepsi bu!
Ne bir eksik, ne bir fazla...
Hele o ideoloji, karsız bir kayın akşamında çökmüş ise...