kapat
22.01.2002
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPÜS
 NET YORUM
 HYDEPARK
İNANÇ DÜNYASI
 ANKETLER
 ŞAMDAN
 GOOOOL
 DİYET
 TATLILAR
 SAMANYOLU
 CİNSELLİK
 TELE ŞAMDAN
 PAZAR SABAH
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 
Sıradan bir öykü...

Ben ilk o gün aşkı sevdim... Aşkların iki kişilik dışa kapalı dünyalarının ilk bakışta itici görünmesine aldanmamayı o gün öğrendim.
O gün kaç yaşında olursa olsun seven bir kadın ve erkeğin katı cisimlerin dünyasında su gibi aktıklarını anladım.

Aşk güzeldi ve aşkın güzelliği yanından geçen her nesneyi ve insanı güzelleştiriyordu.

Aşk da geçerdi; dönüşüp başka hallere bürünebilirdi. Ama oradayken; orada kendinden eminken ne kadar duruydu; ne kadar sakindi, ne kadar açık kalpliydi... O gün farkettim.

***

Kendini yetişkin sanmakla çocuk hissetmek arasındaki haylaz kararsızlık çağımdaydım.

Londra'daydım; bayağı eski zamanlar...

Arkadaşlarımla "turistlik" oynamaya çıkmış, kendimizi St. Paul Katedrali'nde bulmuştuk. O soğuk ve devasa yapının zemin döşemesinin hermetik anlamları üzerine yaptığımız ukalalıklardan sıkılınca, bir arkadaşla birlikte dışarı çıkmıştım.

Bahçedeki kara dut ağaçlarından birine gözlerimiz takılmaz mı! Üzerindeki dutlar nasıl çekiyordu insanı!

Kendimizi bir anda ağacın üzerinde bulduk.

Üzerimde gözüm gibi baktığım krem rengi pantalonum vardı. Lekelemeden nasıl becerecektim bu işi...

Ağacın yanıbaşındaki bankta bir çift dikkatimi çekti. Hafta sonu Londra gezilerine takılıp gelmiş Fransız gençlerdendiler. 19-20 yaşlarındaydılar.

Belli ki insanı sürekli sarhoş dolaştıran gelip geçici gençlik aşklarından olgun aşka doğru bir geçiş yaşamışlardı. Halleri ve tavırlarında bu olgunluğun bütün izleri vardı.

Gruptan ayrılmış, katedralin dışındaki bir banka oturmuş konuşuyor, sevecenlikle şehveti olağanüstü bir kıvraklıkla birleştirerek öpüşüyorlardı. Halleri bunca yıldan sonra bile gözümün önünden gitmedi. Sıradan ve çok sahiciydiler!..

Kız hemen hemen akranı olan ağacın tepesindeki biz haylazlara arada sırada "anne" özeniyle bakmaktan da kendini alamıyordu. Üstümüz başımızın kirlenmesi ve üzerine bastığımız dalların sağlamlığı konusunda endişeleniyordu sanki...

Sonra birbirlerine dönüyorlar; konuşuyor konuşuyorlardı...

Gözleri parlıyordu; konuştukça, öpüştükçe ikisinin de kumral saçları alev alıyordu sanki!

O arada ellerim mosmor olmuştu. Dallardan başka hiçbir yere süremezdim; anında boyardı. Neden bu işe kalkıştığımı düşünüp kendime kızmaya başlamıştım.

Ağır ağır ağaçtan aşağıya doğru süzülüp indim.

Ellerimi ne yapacağımı bilemiyordum. Kara dut ıslaklığı ve boyasıyla nasıl baş edecektim?

Aşık çiftin önünden geçerken, birden durdum.

Kararlı biçimde; "mendiliniz var mı?" diye sordum. Nedense!..

Tatil flörtü olsalardı, "nereden çıktı bu şimdi!" havasıyla bakacaklardı bana. Ama aşıktılar; berrak bir tavır ve aydınlık yüzleriyle bana döndüler.

Bir an hiç ses çıkmadı.

Kız jean'inin arka cebine uzandı.

Gülümseyerek bembeyaz bir mendil uzattı. O kadar beyazdı ki, gümüşi pırıltılar içeriyordu mendil.

Kekeledim: "Hayır, ben... kağıt mendil filan... Öyle demiştim yani!"

Ferah, ne yaptığından emin bir tavırla; "Alın bununla silin ellerinizi" dedi.

"Kapkara olur ama..."

Güldü... Bir adamı sevmenin bir kadına bütün adamları tanıtan bilgeliğiyle güldü. "Olsun!" dedi.

Şaşkın bir halde ellerimi o ipeksi mendile sildiğimi ve "Teşekkür ederim, fakat şimdi ne yapacağım?" dediğimi hatırlıyorum.

"Bana verin" dedi kız, mor ve siyah karışımı bir fulara dönüşen mendili katlayıp yanına koydu. Ne önemi vardı mendilin! "Çocuğun" derdini çözmüştü ya!

Sevgilisinin gözlerinden "Oğlum ne işiniz var ağaç tepelerinde hala?" der gibi gelip geçen dostça ifadeyi bugün de hatırlıyorum.

Öyle işte! Belki de başkalarına anlatınca bendeki anlamını yitiriyordur bu öykü..

Fakat biliyorum ki, o gün aşktaki dinginlik ve barış mayasını sevdim.

O yüzden aşıkların önünü tıkayan; bir parçacık mutluluğu yıllar boyu süren huzursuzluklar haline çeviren; aşkı kavgaya sürükleyen ne varsa, onlara çok öfkeleniyorum.

Çünkü aşk havasız, cilasız, kavga gürültüsüz güzel...

Çünkü aşk, bir yaz öğleden sonrası gibi aydınlık, sakin ve huzurlu olduğunda... O zaman dünya da güzel!

Şair ve aşk meşk

UNESCO 2002'yi Nazım Hikmet Yılı yaptı.

Onun sanatçı kimliğini anmak, yapıtlarına daha dikkat çekmek, tanımayanlara tanıtmak için elbette.

Ve tabii o arada Nazım'ın aşk hayatı da, kadınları da yeniden popüler basında konu edilir oldu. Medya bu! Rahat durmaz ki!

"Vay efendim nasıl olur"muş!

Bir şair, Nazım Hikmet'in özel hayatının medyada konu edilmesini "Nazım'ı kirletmek" diye yazacak kadar şiirden uzak düştü.

"Büyük bir şairin sevgi dolu olmasından, çevresine sevgi yaymasından daha doğal ne olabilir"miş... Milleti saf mı sanıyorsun, kardeşim!

Şairleri şiirleriyle severiz. Adamları adam gibi olmalarıyla. O ayrı!

Peki aşkta meşkte korkulacak ne var?

Nazım hiç korkmamış, kirlendiğini hiç düşünmemiş; kalp kırmış, kalp kazanmış; sevmiş sevilmiş; bağlanmış, ayrılmış...

Bunları bilmenin "kirlenme"yle ilgisi olduğunu düşünmek Nazım'ı değil, korkakları bağlar!



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap


Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır