Bir yazımın ardından...
Medyanın zihni taş kesilmişse...
Bizzat medya herkesi bir kalıba sokmaya çalışıyor ve kalıplara sığmayanlara gizli gizli diş biliyorsa...
Toplumu mahveden kamplaşma virüsünü her yere yaymayı kendine bir görev bellemişse...
Gazetecilik, gazetecilerin birbirini yemesine, birbirini çekiştirmesine dönüşmüşse...
Daha kısa süre öncesine kadar aynı gazetede çalışmış, birlikte yiyip içmiş ve birbirinin manevi dünyasını az çok tanımış olanlar bile ucuz duyguları gıdıklamak için eski arkadaşlarını yalan yere haberlere malzeme etmeyi marifet biliyorsa...
Sokaktaki insan ne yapsın? Bu beş para etmez kamplaşmalardan paçasını nasıl kurtarsın?
Biliyorsunuz, geçenlerde Peygamberimizden söz açtım, onun bir hadisinden yola çıkarak "Selam olsun kuru et yiyen kadının oğluna" başlıklı bir yazı yazdım.
Vay sen misin bunu yazan?
Bir başka gazete, hiç üşenmez, "aşk yazarı, tatil yazarı" diye bir yafta takar önce.
Sonra saçma sapan bir fotoğraf koyarak bu yazımı haber yapar.
İma şudur...
"Bakınız şortuyla tatil yörelerinde dolaşan adam Kutlu Doğum Haftası'nı fırsat bildi; Peygamberden, hadislerden, İslam'dan söz ederek kendine yeni bir hava vermeye kalkıyor."
Daha derinde de "herkes haddini, yerini, kampını bilsin" uyarısı ve çabası vardır tabii.
Kızdım mı? Eh biraz..
Çünkü medyada olduğumuzu unutup eski dostlukların bir değeri ve hatırı olduğunu sanıyorum. Hâlâ meslektaşlarımın böylesine çiğ işlere imza atacağına ihtimal veremiyorum.
Gülümsedim mi? Evet, biraz buruk biçimde..
Ama esasında üzüldüm.
Çünkü bu arkadaşlar mesela dört yıl önce Vatan gazetesinde yine Kutlu Doğum Haftası'na rastlayan bir günde çıkan "Selam olsun o eşsiz yetime" yazımı bilmezler mi?
Bilirler.
Yine zamanında Vatan'da çıkan "Secde edenler ve edemeyenler"; "Bir İslam peygamberi olarak Hz. İsa" veya "Kurban ve Hz. İbrahim'i anlamak" başlıklı yazılarımı da saymama gerek var mı?
Ama tabii Yeni Yüzyıl'dan beri, yani 90'lardan beri içinden geldikçe bu konularda yazan ve meseleyi daha çok toplumun manevi iklimi ve antropolojik açıdan ele alan bir yazar dedikodu malzemesi olamaz.
Durduk yerde polemik heyecanı yaratamaz.
O zaman ne yapacaksın! Gerçeği eğip bükecek, okuru kandıracaksın! O arkadaşların yaptığı da bu!
Bazı okur mektupları da ayrı bir âlem!
Yazımı okuduktan sonra öfkeyle bilgisayar başına oturup
"sizi de kaybettik" diyenler ve konuyu siyasete bağlayanlar mesela..
Ne zamandan beri, diye sormak geliyor içimden.
Düşünüyorum da..
Bir toplumun manevi iklimine ve değerlerine bu kadar sırt dönmeyi
"aydın olmak" sanan başka kaç toplum vardır?
Tabi bir de yazımı çok olumlu bulan fakat ardından
"ama çok şaşırdım çünkü sizin hayat tarzınız başka" diyenler de var.
Oysa "hayat tarzı" dediğimiz şeyden çok daha büyük, geniş ve derin hayat!
Merak ediyorum...
Kâh kalbine, kâh zihnine kulak vererek yol almak;
kamplara, hadlere, hudutlara aldırmadan hem bilgiye hem de bilgeliğe bağlanmak giderek imkânsız bir hal mi olacak bu toplumda?
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen
tıklayın
Yayın tarihi: 30 Nisan 2009, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/04/30//babaoglu.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2009, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.