Derler ki, seçimi kazandığı günün ertesi sabahı Nurettin Sözen Ankara'ya, Erdal İnönü'ye telefon açmış... Sesi ağlamaklı...
"Sayın İnönü," demiş,
"hani kazanma tehlikesi yok demiştiniz?" Kemal Kılıçdaroğlu'nun da kazanma tehlikesi yoktu.
"Mağlubiyyet mukadderdi" ...
İçi rahattı. Aslında hiç mi hiç bulaşmak istemediği bu
"belediye tufasına" Aydın Doğan grubunun baskısı, parti üyelerinin emri ve Deniz Baykal'ın kavliyle girmişti.
Baykal onu Ankara'dan aday gösterseydi Gökçek'e karşı şansı olabilir miydi, acaba İstanbul'da
"kaybettirip törpülemek" amacıyla mı öne sürdü, arkadaşlar tartışıyorlar. Tartışsınlar.
Kendini istemeye istemeye aday bulunca şaşırdı. Geri dönmesi mümkün değildi. Girecek ve yitirecekti.
Belediyeciliğin b'siyle uzaktan yakından ilgisi yoktu, pek pek
"muhayyel" bir CHP iktidarında çalışma bakanı olurdu. (Ya da meclis başkanı... Ama o sırada Önder Sav var... Mustafa Özyürek'in de
"Maliye Bakanlığı pastasını" Kılıçdaroğlu'na yedireceğini hiç sanmam.)
Adı geçen bütün vatandaşlar iktidar yüzü görmeden doğal ömürlerini dolduracak göründüklerinden, bu da işin
"fantezisi" üstelik...
"Gerontokratların" biri 72, öteki 71, beriki 70 yaşında, dördüncüsü daha genç, o henüz 61, politbüroda Gorbaçov gibi...
Kılıçdaroğlu'nun hiçbir
"pilan, puroce ve poroğramı" bulunmadığından, önce sustu.
Biz bastırınca da
"birşeyler vaadetmesi" gerektiğini anladı ve
"her eve üç yüz lira dağıtacağım" diye saçmaladı.
Kömür dağıtanlar sağcı ve tu kaka, aracıyı ortadan kaldırıp doğrudan para dağıtanlar solcu ve makbul sayılıyorlardı!...
İstanbul'un sağını solunu bilmemekle suçlanınca, gitti Okmeydanı'nda mı Kâğıthane'de mi, oralarda bir yerde ev tuttu. Emekçi halkıyla bütünleşiyordu! Ayağına çizme giydi, çamurlara battı çıktı, bütün ucuz
"popülizm" numaralarını yapmak zorunda kaldı. İçinden belki kendisi de kıs kıs gülüyordu, Erdal İnönü'nün kendi adamlarına
"zavallı ayıcıklar" gözüyle bakıp
"müstehzi müstehzi" sırıtması gibi...
Kazansaydı, ister istemez
"daha mutena bir semte" taşınmak zorunda kalacak, bu sefer de birtakım ahmakların
"halktan koptu, burjuvalaştı" eleştirileriyle karşılaşacaktı.
Kazansaydı, İstanbul onun üstüne üstüne gelecek, bu dev ahtapotun kolları arasında boğulacaktı. İstanbul'un altından kalkamayacaktı.
Sonuçta, İstanbul
"pis padişahların aşağılık payitahtı" değil miydi canım?
"Yemez ve yedirmez" havası fos çıkacak, kendisi yemese de birçok çakal ardından ve yanından dolanıp burnunun dibinde
"yemenin" yolunu gene bulacaktı!... Sözen döneminde de öyle olmamış mıydı? Günün birinde gene büyük bir skandal patlak verecek, kendisi de partisi de sulara gömülecekti...
Kaybetti, kurtuldu.
O da kurtuldu, İstanbul da kurtuldu, CHP de kurtuldu.
"İstanbul'dan ayrılmam" diyor ama ayrılacaktır, asıl işi Ankara'dadır. Hafta sonları buyursun, kahvemizi içmeye...
"Laik" olduğuna göre rakı da içeriz Boğaz'a karşı.
İstanbul'u da her taşralı memur emeklisi gibi çok kalabalık, çok gürültülü, çok karmaşık, çok pis ve çok pahalı bulmuştur, eminim.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen
tıklayın
Yayın tarihi: 2 Nisan 2009, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/04/02//ardic.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2009, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.