Hugh Jackman filmde karizmasıyla göz dolduruyor. Nicole Kidman ise bir İngiliz soylusu olarak geldiği Avustralya'da büyük bir değişim geçiriyor.
İLİŞKİLİ HABERLER
Sinemanın yeni Rüzgâr Gibi Geçti'si...
Sinemanın yeni Rüzgâr Gibi Geçti'si...
Avustralya, birkaç yıldır sözü edilen bir filmdi. 2007 yılında bu ülke/kıtayı ziyaret ettiğimde bile çok konuşuluyordu. Bu 'ulusal film' sonunda tamamlandı.
Üzerinde şimdi daha çok konuşuluyor. Olumlu-olumsuz eleştiriler kulağıma geliyor, gözüme çarpıyor.
Ama benden size tavsiye: Eğer gerçek bir sinema seyircisi iseniz, adına 'popüler sinema' dediğimiz ve 100 yıldır milyarları eğlendirmiş, avutmuş, güldürüp ağlatmış olan o kitleye seslenen filmleri seviyorsanız, sakın kaçırmayın. En azından gidip görün, kendi kararınızı verin.
Bu 165 dakikalık dev film, ikinci savaşın ilk yıllarındaki Avustralya'yı anlatıyor. Tüm hikâye, küçük bir Aborjin çocuğun gözlerinden görülmüş, onun ağzından bize ulaşıyor. Küçük Nullah, günün birinde çıkagelen ve 'hayatında gördüğü en garip kadın olan' İngiliz soylusu Lady Sarah Ashley'e hayranlık duyuyor. Sarah Ashley, Londra'dan kalkıp gelir gelmez, kocasının cesediyle karşılaşıyor. Onun elden yok pahasına çıkarmak istediği çiftliğe ve sürüye sahip çıkan Sarah, aynı zamanda ülkenin 'et kıralı' olan Carney'in rekabeti ve onun adamı (aynı zamanda da damadı) olan Fletcher'ın düşmanlığıyla karşılaşıyor. Bunun üzerine, sürülerin naklinde çalışan başına buyruk, sert ve haşin 'yalnız kovboy' Drover'ın himayesine sığınmayı seçiyor. Kendisi de çiftlikte yaşayan küçük bir yerli çocuğu evlat ediniyor. O sırada savaş Avustralya'ya sıçrıyor ve ortalık karışıyor.
GÖRKEMLİ BİR ROMANS...
Avustralya bir anlamda eleştiriye meydan okuyan filmlerden... Örneğin ilk başlarda Luhrmann'ın neredeyse bir komedi yaptığı sanılabilir; baştaki Londra hayatı ve oradan kalkıp gelenlerin Avustralya'daki ilk izlenimleri sanki bir pandomim havasında veriliyor.
Ama film giderek daha ciddi ve ağırbaşlı bir üsluba kayıyor, derken tümüyle epik (destansı) bir anlatım egemen oluyor.
Ve bir daha da filmi terk etmiyor.
Bu üslup değişiklikleri, bu stil sıçramaları elbette eleştirilebilir.
Ama şu var; yapımcılar kesinlikle görkemli bir popüler sinema örneği yapmak için yola çıkmışlar. Ve bunun için starlarla iyi oyuncuları kaynaştıran bir 'casting'den çok büyük bir bütçeye, her konuda sayısız klişe kullanımından epik anlatıma her şeyi mübah görmüşler. Ama bu klişeler öylesine usturuplu biçimde kullanılmış ki, sonuç olarak Kazablanka filmini analiz ederken filmin 'sonsuz klişeler yumağı' olmasına parmak basan ünlü Umberto Eco eleştirisi akla geliyor.
Burada da öyle, ama eğer sonuç böylesine parlak olursa, bundan yakınmak mümkün mü? Böylece, popüler sinemanın tüm gerekleri yerine geliyor. Giderek artan ivme, hızlanan tempo, duyguların coşması kadar durumların da dramatikleşmesiyle eşleştirilebilir. Ustalıkla gerçekleştirilmiş toprak, sürü ve çiftlik yaşamı sahneleri, özellikle de yangından deli gibi kaçan 2 bin sığırın uçurumun önünde durdurulma sahnesi, bize o eski, güzel 'western' (batı) türünün artık benzeri yapılmayan örneklerini hatırlatıyor: John Ford, Anthony Mann veya Budd Boetticher filmlerini... Ama, aynı zamanda George Stevens'in Devlerin Aşkı veya Vadiler Aslanı'ndan Kurtlarla Dans veya Silverado gibi modern örneklere kadar başka filmleri...
Klasik arazi ve mülkiyet çıkışlı tutku ve entrikaların yanı sıra, 'ezeli ve ebedi' iyi-kötü mücadelesi. Ve ezilen, hatta yok edilen farklı ırk. Western'deki Kızılderilinin yerini burada Avustralya'nın yerlileri olan Aborjinler alıyor. Ve film, görkemli bir romans ve aksiyon tülünün ardında da olsa, bu ırkın ancak çok yakın tarihte son bulan ayrımcılık ve izolasyon siyasetleriyle nasıl kıyıldığını duyuruyor.
JACKMAN, CLARK GABLE ETKİSİ YAPIYOR
Ama, melodram yanıyla western dışı başka örnekler de akla geliyor. Sanki bu film Amerikalıların Rüzgâr Gibi Geçti'si veya İngilizlerin İngiliz Hasta'sı gibi düşünülmüş ve sanırım onlar kadar ün yapacak, büyük olasılıkla da klasikleşecek. O görkemli Darwin bombardımanı sahnesi (Japonların Pear Harbor'ın benzerini Avustralya'da gerçekleştirmeleri olayı) öylesine etkileyici ki, Pearl Harbor'u anlatan birçok filmi düşünmemek de olanaksız: İnsanlar Yaşadıkça'dan Pearl Harbor'a... Başlarda kemikleri çıkmış haliyle oldukça aseksüel duran Nicole Kidman, bir yerden sonra (elbette aşkı bulduktan sonra!) birden dişileşiyor.
Hugh Jackman, günümüzde bu rolü oynayabilecek belki tek aktör. Avustralyalı oyuncu, sanki Rüzgâr Gibi Geçti'deki Clark Gable etkisi yaratıyor: "O olmasaydı bu film olmazdı," dedirten bir star karizması, bir erkeklik anıtı...
Birçok oyuncu arasında birine dikkat çekeyim: Yaşlı ve büyücü Aborjin lideri King George'u oynayan David Gulpilil, bu ırkın yetiştirdiği değerli bir tiyatro-sinema oyuncusu. 'Sinemada Aborjin' sorununa ilk kez dikkat çeken film olan (en azından benim kuşağım için öyleydi) 1970 yapımı Nicolas Roeg başyapıtı Walkabout / Sonsuz Çöl'de de genç bir yerliyi oynamıştı. Walkabout kelimesi ise genç bir Aborjin'in hayatı öğrenmek için tek başına çöle gitmesini anlatıyor ve bu filmde de sıkça duyuluyor. Evet, bu düzeyli kitle sineması örneğini sinemayı yürekten seven herkes görmeli.
AVUSTRALYA * * *
( Australia)
Yönetmen: Baz Luhrmann
Senaryo: B. Luhrmann, Stuart Beattie, Ronald Harwood, Richard Flanagan
Görüntü: Mandy Walker
Müzik: David Hirschfelder
Oyuncular: Nicole Kidman, Hugh Jackman, David Wenham, Bruce Spence, Bryan Brown, Jack Thompson, John Jarratt, Jacek Koman Avustralya- ABD ortakyapı mı.
İLİŞKİLİ HABERLER
Sinemanın yeni Rüzgâr Gibi Geçti'si...
Yayın tarihi: 31 Ocak 2009, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/01/31/ct/haber,F21A3E409287481F99EBF03055137FB6.html
Tüm hakları saklıdır.